- Çünkü, sonunda, ben varım, var olmakta devam ediyorum, varlığımı hissetmesem de varım; insanın kendinde yalnızca böylesine kanıtsız bir kesinlik, böylesine maddesiz bir gurur bulması, yalnızca bunları bulması kadar öldürücü bir azap olamaz. O zaman anladım ki, insanın kendine erişebilmesi için, bir başkasının yargısından, bir başkasının nefretinden başka yol yoktur.
- Odette, rahatsız olmuştu. ''Ne var?'' diye sordu. Mathieu yanıt vermedi. Şaşkın bir ifadeyle gülüyordu. Odette, ''Burada, yanınızda var olduğumu fark ettiniz,'' dedi. ''Ve bu sizi şaşırttı. Öyle değil mi?'' Mathieu güldüğü zaman, gözleri kısılıyor, bir Çinli çocuğa benziyordu. ''Varlığı fark olunmayacak bir insan olduğunuzu mu sanıyorsunuz?'' diye sordu. ''Herhalde dikkati kolayca üzerine çeken bir insan değilim.'' ''Hayır. Hatta çok konuşkan da değilsiniz. Üstelik kendinizi unutturmak için de ne gerekirse yapıyorsunuz. Ama boşuna: En uslu, en terbiyeli çocuk halinizle oturduğunuz ve çıt çıkarmadan sessiz sedasız denize baktığınız zaman bile sizin orada olduğunuzu biliyor insan. Böyle bu! Buna 'kişilik' derler, tiyatroda 'sahneyi doldurmak' derler; bazı aktörlerde vardır bu, kiminde yoktur. Sizin, sizin böyle bir özelliğiniz var.''
- ...''Ben,'' diyor, ''bir ölüyü seyreden bir doktora mı benziyorum gerçekten?'' ''Hayır, şu an benzemiyorsun,'' diyor ....
- ''Ara sıra aşktan konuşmak iyidir ama,'' diyor, ''insanı oyalar.'' ''Aşktan ancak iktidarsızlar konuşur,'' diyor Brunet, ''erkek olan bir kadın bulur yatar. O kadar.'' ''Ya bulamazsa?'' ''Bulamazsa susar.''
- ''Barış olduğu gün,'' diyor, ''ben, on beş gün hiç ayılmayacağım.'' ''Ne on beş gün ne bir ay,'' diyor ötekiler. ''Geberip gidene kadar içeceğiz be! He hey! Geberene kadar içeceğiz.'' Sabırla, birer birer, usul usul, umutlarını kırmak, hayallerini yok etmek, korkunç, aklın almayacağı kadar korkunç koşulları çırılçıplak onlara göstermek ve onlara herkesten, her şeyden ve en önemlisi, kendi kendilerinden nefret etmeyi öğretmek gerek. O zaman... bu kez bakan Schneider'dir, düşüncelerini okuyormuş gibi. Haşin bir bakış, Brunet de aynı haşin gözlerle ona bakıyor. ''Zor olacak,'' diyor Schneider. Brunet, kaşlarını kaldırıyor, bekliyor. Schneider, ''Zor olacak,'' diyor tekrar. ''Hangisi zor olacak?'' ''Bize bir bilinç kazandırmak. Çok zor olacak...''
- Biz pis, iğrenç ve zararlı birtakım böceklerin düşüyüz, düşüncelerimiz ağırlaşıyor, bulanıyor, her geçen saniyeyle insanoğlunun düşüncelerinden biraz daha uzağa gidiyor, hayvanlaşıyor; tüylü, çok ayaklı, tiksindirici düşünceler oradan oraya koşuyor, tırmanıyor, bir beyinden ötekine atlıyor; pis, iğrenç, zararlı böcek uyanmak üzere.
- Gülüyorlardı hepsi; büyüklüğün insanoğluna yüklediği sorumlulukları, alçaklık ve ruh sefaleti adına reddediyorlardı; sağdılar, keyiflerince yiyor, içiyorlardı, üst tarafı vızgelirdi, dünyanın yarısının ağzına ederim, anasını satarım öbür yarısının! Gülüyorlardı. Büyüklüğün, gururlu bir açıl görüşlülükte bulduğu teselliyi reddediyorlardı, kendilerini acı çekme hakkından yoksun bırakıyorlardı; feci... Feci bile değil tarihî... Tarihî bile değil; bir avuç hayduttan başka bir şey değiliz biz, uğrumuzda gözyaşı dökmeye değmez; bu kadere adanmış. Hayır, değil, dünyada her şey bir rastlantıdır ancak. Gülüyorlardı; Kader'in, Anlamsızlık'ın çevrelerine ördüğü taş duvarlara çarparak çırpınıyorlardı; gülüyorlardı, kendilerini cezalandırmak için, kendilerini suçlarından yıkamak için, kendilerinden öç almak için gülüyorlardı. İnsanlıkdışı ve alabildiğine insan umutsuzluğun ötesinde ve umutsuzluğun kucağında; insanlar. Dudaklar bir kez daha kara ve korkunç yaraların pişmanlığıyla göğe açıldı; Nippert hâlâ uyuyordu, ağzı açık, bu ağız bir apaçık yaraydı aslında. Sonra gülmeler ağırlaştı, yoğunlaştı, sürüklendi, birkaç sıçramadan sonra kesildi, sustu. Tören bitmişti, barış kutsanmıştır. Onlar tarih önünde barıştan sonra'ydılar artık. Zaman usul usul akıyordu, güneşte ılınmış, tatlı, şifa verici bir iksir. Yeniden yaşamaya koyulmak gerekti.
- Bir ihtiyarın gözyaşlarında mistik bir şey vardı; sanki insanlığın kötülüklerine ağlayan Tanrı'nın gözyaşlarıydı bunlar.
- Ama bilirsin onu, tıpkı deliler gibi, o da bazen, bir an gerçeği görüverir. Eylülde biyoloji çalışmıştı, biliyordu. Sınav iyi gidiyordu, profesörün ağzı kulaklarındaydı; sonra nasıl olduysa birden, çıplak kafalı, çirkin bir adamın karşısında oturmuş, selentereleri anlattığını fark ediverdi. Bu ona aşağılık, gülünç bir şey gibi geldi. 'Selenterelerden bana ne? Topunun Allah belasını versin!' diye düşündü ve dazlak kafalı herif bir daha ağzından tek kelime alamadı.''
- ''Bilmiyorum,'' dedi Marcelle. ''Bu bir amaç değil zaten, bir yöntem. Kendi kendinden kurtulmak için yapıyorsun bunu: Kendini seyretmek, kendini teraziye vurmak için: Bu senin en sevdiğin yöntem. Kendine baktığın zaman, baktığın 'sen'in sen olmadığını, aslında bu senin zaten var olmadığını tasarlıyorsun. Evet, aslında senin istediğin bu: bir hiç olmak, daha doğrusu, hiçbir şey olmamak.''