- 1927 PERVİN ABLA Mahmut Yesarî Genç yaşta, İstanbul' da, Yakacık Sanatoryumu'nda veremden ölen Mahmut Yesarî tam bir yazı emekçisi. Mizah yazıları, tiyatro eserleri, tiyatro eleştirileri, anılar, makaleler yazmış. Dergilerde karikatürleri çıkmış. Bunların yanı sıra, Necatigil'in saptamasıyla "en az yirmi beş roman, yüzlerce hikâye, elliden fazla oyun"... Edebiyat tarihleri neredeyse yalnızca Çulluk'tan (1927) söz açıyor. Çulluk, Cibali'deki tütün fabrikasından tasvirleriyle, fabrika işçisinin yaşamını edebiyatımızda gündeme getiren ilk eserlerden biri oluşuyla ilgi çekmiş. On dokuzuncu yüzyılın sonundaki töreyi, gelenekleri sürdüren İstanbul'un panoraması niteliğincieki Pervin Abla; . . . Sonra, Pervin Abla'nın bir kalbi olsun!.. Bu pek gülünç olmaz mı? Ona, daima başkaları dertlerini açarlar, fakat onun derdini kimse dinlemez. O, daima etrafına iyilik, hizmet etmeye mecburdur. Fakat onun küçücük bir arzusunu düşünmek hatıra bile gelmez! Pervin Abla! Sırf şaka diye ortaya atılan bu sıfatı derhal hepiniz, herkes beğendi ve bu yamayı hayatıma bir damga gibi vurdunuz.
- 1928 ACIMAK Reşat Nuri Güntekin Bakış açısı tekniğinden esinli denebilir mi, bilmiyorum; Reşat Nuri Güntekin'in bütünüyle kendine özgü bir yaklaşımı var: Gerçekliğin öteki yüzü. Ne var ki, Reşat Nuri, dikkatsiz okurun kesenkes gözden kaçıracağı, üstü örtük bir şeylere de işaret ediyor: Zaman zaman Zehra'nın duyarsızlıkları belirip yitiyor, görev disiplini mi, an!aşılamıyor. Bir nokta geliyor, Zehra Öğretmen'e, babası Mürşit Efendi'nin ağır hasta olduğu haberini veriyorlar. O, yüreği kaskatı, "Babam yok benim" diye kestirip atıyor. Karara varmış gibiyiz: Merhametsiz bir genç hanım Zelıra Öğretmen. Sonra, babası Mürşit Efendi'ye bütün kırgınlığına rağmen İstanbul'a gidecektir. Mebus Şerif Halil Bey'in tanıtımıyla "İstanbul'da ihtiyar ve alîl bir baba". Zehra'nın hatırladıklarıysa, yaşlı, çökkün babanın ailesine yaptığı kötülükler. Zehra Öğretmen'e Mürşit Efendi'den kalma defteri verirler. Reşat Nuri yine örtük bir ipucuna başvurur: "Hele baş sahife şaşılacak gibiydi: Sulu boya ile yapılmış bir çiçek resmi içinde ince ve süslü bir yazı ile: 'Hatıra Defterim? ?'. Sonra sonra, kim bilir hangi küçük düşürüşlerin etkisiyle, Acımak'ı ağdalı bir melodrama indirgemiştim. 1970'lerde, Büyükdere' deki alçakgönüllü sahil gazinosunda Tomris Uyar'la tartışmıştık. Tomris Uyar, Acımak'ın gizli bir başyapıt olduğunu ileri sürüyordu. Epey şaşırmıştım... Şimdi, 2010'larda Acımak için de, Tomris'in değerlendirişi için de içim titriyor. Hele, "gözlerinden sel gibi yaşlar" akan Zehra Öğretmen'in romandaki son sözleri: "Baba... Zavallı babam... Affet beni..." . . . (...) sondan başa doğru sahifeler çevrildikçe yazı nispeten güzelleşiyordu. Hele baş sahife şaşılacak gibiydi: Sulu boya ile yapılmış bir çiçek resmi içinde ince ve süslü bir yazı ile: "Hatıra Defterim". Zehra aynı zehirli gülümsemeyle başını salladı: -Hatıra Defteri... Çok tuhaf... Yaptığı bütün fenalıkları bu küçük deftere nasıl sığdırdı acaba? Lambayı minderin üstüne koydu, kendi yere oturdu, ağrıyan şakakları avuçlarının içinde, okumaya başladı.
- 1928 BEN DELİ MİYİM? Hüseyin Rahmi Gürpınar "Bir sanatkâr tablosunda, bir romancı hikâyesinde bir deliyi bütün kızıl cinnetiyle tasvir edemeyecek midir? Romanın fezalar kadar geniş sahası her mevzu için açıktır. İçtimai ve bünyevî emrazın her çeşidi bütün üryanlıklarıyla hikâyelere girer." Devam ediyor Hüseyin Rahmi, doksan yıl önce, sanat karşısındaki hastalıklarımızdan birine teşhis koyarak: "Adabı şaşı gözle görmeyelim. Bir hikâyede söyleyen romancının kendisi değildir. O da karakterler gibi afaki bir vaziyettedir. O, tespit ettiği müşahedeleriyle vakalar tertip eder. Utanma bilmeyen bir mecnunun deliliklerini tashih edemez, tabiatı göstermeye mecburdur. Bundan hikâyeciyi mesul etmek, sahnede rol iktizası çıldıran bir aktörü tımarhaneye sevke kalkışmaya benzer. Bizde bu ne tuhaf bir telakkidir! Hikâyedeki bütün kirlilikler, muharririn zatına atf ve isnat olunur. Fail hep odur." Şadan'ın delilik kuşkuları öylesine ustaca yazılmıştır ki, okur bu kuşkulada handiyse özdeşlik kurar. Kendi kendimize itiraftan bile kaçındığımız kimi olguları Şadan sınırsız bir iç dünya açıklığıyla konuşur, anlatır... İstanbul sokaklarında Şadan'la Kalender Nuri'nin gezintileri, sağa sola sataşmaları, ortalığı birbirine katmaları, groteskten hemen hep ürkmüş edebiyatımızda başlı başına bir cesaret örneği sayılabilir. Bununla birlikte, kara gülmeceden iğrence kadar uzanan çizgisinde, Ben Deli Miyim? hüzün dolu bir romandır. Romancı, çok şaşırtıcı biçimde, yoldan çıkmışlıklarını adeta teşhir ettiği kişilerini, önce okura sevimli kılar, sonra, git git, trajik yanlarıyla da yansıtır. Şadan için son cümle, Ben Deli Miyim?'in adına sanki tuhaf bir göndermedir: "Fakat bedbalıtın kendi kafasına çektiği tane, o hasta dimağını dağıtarak ıstırapianna nihayet vermiş..." Evet, ıstıraplar...
- 1928 BİR ŞOFÖRÜN GİZLİ DEFTERİ Aka Gündüz . . . Dedim ki: "Çiler Hanım, Ben sizi çok zamandan beri seviyorum. Şimdiye kadar sabrettim. Çünkü siz bir paşa kızısınız, ben şoför milletindenim. Eğer şofor milletiyle paşa kızı arasında insaniıkça bir fark görmüyorsanız ve eğer benim tertemiz aşkımın insanca bir şey olduğunu kabul ederseniz, lütfen bana bildiriniz de size aşkımı ilan edeyim." Altına imzamı açık açık attım.
- 1928 EVLERE ŞENLİK / KAYNANAM NASIL KUDURDU? Hüseyin Rahmi Gürpınar Bunların dışında, kahkahalarla okuduğum Evlere Şenlik/Kaynanam Nasıl Kudurdu?, yadırganacak ama, Hüseyin Rahmi'nin insan zaafları konusunda belki en trajik romanıdır. Halid Ziya'nın Aşk-ı Memnu'da, hele düğüne gidiş sahnesinde, Flaubert'e yaraşır duygun bir gerçekçilikle yaşlanışını anlattığı Firdevs Hanım'ın yanı başında; alaturka Makbule Hanım'ın, romanın sonundaki şu dobra sözleri de herhalde gözden çıkarılamaz: "Gençler vefasız, ihtiyarlar mecalsiz... Benimki gibi, sevdaya kanmayan gönüllerin hali ne olacak bilmem ki?.."
- 1928 MUHABBET TILSIMI Hüseyin Rahmi Gürpınar Enikonu açık bir dille yazılmasına karşın, roman bu yönüyle yorumlanmamış, tam tersine, bir incelemeci, Muhabbet Tılsımı'nın "Halkın okuma ihtiyacını tatmin ve onların zihinlerini daha ağır eserler okumaya hazırlamak için" bir masal özelliğinde olduğu kanısına varmış. Aynı incelemeciye göre, Muhabbet Tılsımı, Hüseyin Rahmi'nin Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç, Gulyabani, Efsuncu Baba gibi romanlarıyla aynı öbekte toplanabilir... Konunun akışı, entrikaların art arda dizilişi bakımından böylesi bir benzerlik, yakınlık söz konusu edilebilirse de; Muhabbet Tılsımı'nda dekoru başarıyla ve iyice yerlileştirilmiş bir Marquis de Sade romanı belirir...
- 1928 SODOM VE GOMORE Yakup Kadri Karaosmanoğlu Sodom ve Gomore, Mütareke dönemi İstanbul'unu maddi-manevi çöküşüyle dile getirir. Köşkler, konaklar, apartmanlar, otel odaları, beş çayları, akşam yemekleri, danslı suvareleriyle ölümcül bir debdebeyi canlandıran roman, Kurtuluş Savaşı'nı hazırlayan koşulların bir dökümü gibidir. 1960'ların sonunda, Atatürk Erkek Lisesi'nde -galiba son sınıfta- öğrenciyken, öğretmenimiz Rauf Mutluay'ın Sodom ve Gomore'yi okuduğunu görmüş, gözlerime inanamamıştım. Çünkü, demin dediğim gibi, bu roman yeni yazıya aktarılmamıştı. Mutluay'a, "Yeni mi yayınlandı hocam?" diye sormuştum. "Bana Bilgi Yayınevi'nden gönderdiler, piyasaya henüz çıkmadı" demekle yetinmişti Rauf Bey. Günlerce, Beyoğlu kitabevlerinde Sodom ve Gomore'nin peşine düştüm. Nihayet bir gün, birkaç hafta sonra, Sodom ve Gomore elimin altındaydı! Eser, ilençli imparatorluk başkenti İstanbul'u, Tevratta yer almış günahkar Sodom ve Gomore şehirlerine benzeterek başlar. Fethi Naci, Yüz Yılın Yüz Romanı'nda, Sodom ve Gomore için, "Yazınsal açıdan, bence Yakup Kadri'nin en zayıf romanı" diyor. Yazısında, eseri yazınsal açıdan pek değerlendirmediğinden dolayı, bu yargıya neden vardığını kavramak imkansız. Toplumsal, tarihi ve bireysel açılardan çok katmanlı Sodom ve Gomore'nin yeni incelemeler, yeni yorumlada değerlendirileceği kanısındayım; hatta bu eserin yazarı olarak 'insan' Yakup Kadri'nin kendisinin de...
- 1928 YEŞİL GECE Reşat Nuri Güntekin Necatigil'in saptamasıyla "padişahlık devrinde bir Cumhuriyet öğretmeni gibi çalışmış olan Şahin Efendi, şimdi Cumhuriyet devrinde derdini anlatmak umuduyla Ankara'nın yolunu tutar."
- 1930 DOKUZUNCU HARİCİYE KOGUŞU Peyami Safa Hele, hastanelerin soğuk yüzlü odalarından, koridorlarından hastane bahçelerinin güneşli, ağaçlıklı, geniş dünyasına geçişler, bu tuhaf karşıtlık belleğime çakılı kaldı ve hastaneye her gidişimde daima Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nu anmak ihtiyacı duydum. . . . Yarın hastaneden çıkacağım... Dışarda yaşamaktan korkuyorum. Burada ıstıraba ve tevekküle o kadar alıştım ki, onları bırakırsam ruhumun bir parçası kesilmiş gibi boşluk duyacağım; bırakmazsam isyansız nasıl yaşayacağım?
- 1930 HİCRAN GECESİ Güzide Sabri Romanın başkişisi Serap, Hollywood'un siyah saçlı, yeşil gözlü meşum kadınlarını çağrıştırır. Eleştirmenler, romanlardaki, öykülerdeki meşum kadın kimliğine klişeleşmiş, basmakalıp kişiler gözüyle yaklaşmışlar. Güzide Sabri öyle yaklaşmıyor. Emel Kefeli, Güzide Sabri'nin "Serap'ın durumundan hareketle, Serap'ın kaderini paylaşan tüm kadınları" yansıtmak istediğini belirtir. Ayrıca, Kefeli'nin saptamasıyla, o dönem erkeklerinin kadın seçimleri de eserde vurgulanmıştır: "Gönül eğlendirilen kadın ve ciddi bir beraberlik için seçilen kadın".