- 1939 AFRODİT BUHURDANlNDA BİR KADIN Reşat Enis (Reşat Enis' e ilişkin en anlamlı yazıyı, romancının 1984'te ölümünden sonra, Milliyet Sanat dergisinde Yaşar Kemal yazdı.) Romancı zaman zaman Anadolu tabloları çizmekle birlikte, İstanbul'u odak almış. Dönemin siyasi çevrelerine yaranmaktan uzak duruşu, genelgeçer ahlâkın yüz kızartıcı saydığı olgulara sık sık neşter vuruşu, eserinin yaygınlık kazanmasını büyük ölçüde engellemiş. 1930-1950 arası, neredeyse tek başına, İstanbul'un kıyı köşe semtlerini, oralardaki yoksul, karanlık hayatları dile getirmiş. Necatigil, "Çok geniş tutulduğu için dağınık, gevşek dokusuna, tesadüflerin çokluğu yüzünden inandırıcılığını zaman zaman yitirmesine rağmen bu roman, edebiyatımızda fabrika hayatı, iş kazaları, grev, Zonguldak kömür işçileri ve maden kuyuları kesitlerinde başarılı bir natüralizm belgesidir" diyor.
- 1939 KADIKÖYÜNÜN ROMANI Safiye Erol Şifa, Moda, Haydarpaşa, Fenerbahçe gibi Kadıköyü'nün belli başlı semtlerinde yaşayan bir öbek insanın serüveni, hikâyesi özelliğindeki eser, aynı zamanda uygar bir yaşamın özlemiyle dolup taşar. Bedriye, Burhan'a aşık olur. O dönemin romanlarındaki hülyalı duygulardan hayli farklı, kanlı canlı bir aşk... Bedriye' den bir iki yaş küçük Burhan bu aşkı yanıtsız bırakmayacaktır.
- 1940 İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN Sabahattin Ali Romanın yayınlanışından sonra, romandaki gerçek kişilerden esinli tutumu NihaL Atsız İçimizdeki Şeytanlar'la yanıtlamış. 'Sol' da Sabahattin Ali, 'sağ'da Nihal Atsız, her ikisinin birbirine nasıl düşman edildiği ise, Niyazi Berkes'in anılarından kavranabilir. Ülkü ve düşleriyle yaşadıkları hep birbirine karşıt Ömer, bu karşıtlıklar yumağını "içimizdeki şeytan"a bağlar. Bununla birlikte, roman, romancı doğrudan doğruya açıklamamış olsa bile, içimizdeki şeytanın, bireysel-toplumsal özgürlükleri daima bastıran, yok eden, kapalı, handiyse diktatöryal düzen olduğunu şiddetle duyumsatır. Bu düzen ve İkinci Dünya Savaşı öncesinin, faşizme adım adım yaklaşan ortamı romanın bütün kişilerini yıkımdan yıkıma savuracaktır. Bütünüyle bir iflas, çöküş söz konusudur. İçimizdeki Şeytan'ın kişileri, herhangi bir atakla uzlaşabileceklerken, boyuna birbirlerini yitirirler, adeta kanlı ayrılıklara yol alırlar. Nitekim gerçek yaşamda da öyle olacaktır. Alangu şu çok yakıcı saptamayı dile getirmiş: "Yarattığı kişilerin kişilikleri, sonları ile sanatçının akıbeti arasında ne derin ve düşündürücü bir benzerlik var!" . . . Bugün olduğu gibi olmak istemiyorum. Büsbütün başka bir hayat, daha az gülünç ve çok daha manalı bir hayat istiyorum. Belki bunu arayıp bulmak da mümkün... Fakat içimde öyle bir şeytan var ki! Bana her zaman istediğimden başka şeyler yaptırıyor. Onun elinden kurtulmaya çalışmak boş... Yalnız ben değil, hepimiz onun elinde bir oyuncağız...
- 1941 FAHİM BEY VE BİZ Abdülhak Şinasi Hisar ...edebiyatımızın yetkin verimlerinden biridir. Kimi eleştirmenlerin bence çok haksız değerlendirişler le, geçmişe bağlılığından, geçmişi anlatmasından dolayı hor gördükleri, hatta 'gerici' kabul ettikleri Abdülhak Şinasi'yi Ziya Osman Saba bambaşka yorumlamış: "Yaşamak, tadına varmak saadetine erdiği geçmiş zamanlar, onun üslûpçu kalemiyle ne kadar başka türlü dile geliyor, onun tanımış, acımış, sevmiş veya saymış olduğu insanlar nasıl yeniden hayata, dünyaya kavuşup, nasıl bizim de tanıdıklarımız olup çıkıyor, sanki onlar, kim bilir kaç yıl evvel gömüldükleri topraktan silkinerek kalkıyor, bir zamanlar yaşadıkları ve şimdi bir sanat mucizesiyle, yine bırakmış oldukları gibi buldukları semtlerde, evlerde, odalarda, bizim için de, yine konuşuyor, gülüyor, bir zamanlar Abdülhak Şinasi Hisar'ın olduğu kadar, sanki şimdi de bizlerin merhametimizi, sevgimizi kazanmak için acı tatlı maceralarını bir kere daha yaşamaya koyuluyorlar." Oysa iç dünyada büyük çağıltılar sürüp gitmektedir. Bir ara Bursa' da pamukçuluk yapmak istemiş Fahim Bey herkesin kısa zamanda fark ettiği gibi, bir hayal adamı, inanılmaz bir düşseverdir. Bu yüzden onu Oblomov'a benzetenler çıkmış. Bir tasarıdan öbürüne, bir girişimden bir başkasına ömür tüketmiş Fahim Bey, Galata'daki yazıhanesinde hep geleceğe yönelik iş hayalleriyle avunmaktadır. Yalnız Oblomov'dan önemli bir ayrımla: Fahim Bey, girişimlerini sadece düşünmekle kalmaz, sürekli eyleme geçer, bu uğurda varını yoğunu harcar. Fahim Bey'in, çöken bir imparatorluk ortasındaki, bu tek kişilik 'masal'ı, işin aslı aranırsa, kendi olmaktan büsbütün kopan bir toplumda hiçbir zaman ulaşılamayacak mutluluk arayışıdır. Fahim Bey'in gazetelerde yer almış ölüm haberiyle başlayan eser, anlatıcının Fahim Bey'e içli seslenişiyle sona erer... Yakup Kadri, anılarında, roman kişisi Fahim Bey'in gerçek hayatta yaşamış, "vaktinden önce emekliye ayrılmış" memur bir Fatin Bey'den esinli olduğunu yazıyor. Bu Fatin Bey'in Yakup Kadri tarafından tanınması Abdülhak Şinasi'nin hoşuna gitmemiş; hatta biraz üzülmüş, "çünkü" diyor Yakup Kadri, "her soylu romancı gibi o da tiplerinin kendi yarattıkları olmasını isterdi elbet." Ekliyor: "Lakin, yine sanıyorum ki, Abdülhak Şinasi sanatta 'yaratma gücü' dediğimiz şeyin yoktan var etme olmadığını bilecek kadar geniş bir edebi kültür sahibiydi." . . . Bence bu, kendini değil de başkalarını düşünmek, halis bir düşünceye benzemiyordu. Başkalarının felâketlerine tahammül kuvvetimiz, maşaallah, harikulâdedir. Bu başkalarını düşünüş, neticede, bir hodgâmlığa dönmüyor muydu? Belki, hatta hiç şüphesiz, dünya fırtınalarının rüzgârları ve saikaları bu tahtadan yapılmış küçük evi hiç sarsmıyor, yakmıyordu.
- 1941 KEZBAN Muazzez Tahsin Berkand İki kez filme alınmış Kezban, başka filmlerde defalarca yinelenmiş konusuyla sinema seyircisini de enikonu etkilemiştir. Muazzez Tahsin'in, alafranga dünyaları yansıtırken, genel izleyiciyi yadırgatmaması başlı başına edebiyat toplumbiliminin konusuyken, bunun üzerinde hemen hiç durulmamıştır. Kezban, ayrıca, bütün melodram kalıplarıyla, bizde "Külkedisi" masalının bir izleğidir...
- 1941 SÜRGÜN Refik Halid Karay Yenilerde okudum, 1943'te Refik Halid'e, yazdığı roman kişileri arasında en çok hangisini sevdiğini soruyorlar, "Sürgün'deki Hilmi Efendi'yi" diye yanıtlıyor (Edebiyatı Öldüren Rejim). Sonra, bir romancının eserlerinde kişileri nasıl yarattığı da sorulmuş: "Hikâye ve romanlarımdaki kahramanlar beni değil, benliğimi taşırlar."
- 1942 ATEŞ GECESi Reşat Nuri Güntekin Reşat Nuri Güntekin'in romanları üzerine kapsamlı bir çalışmayı kaleme getirmiş Fethi Naci, Ateş Gecesini başköşeye oturtuyar ve Reşat Nuri'den asıl bu eserin inceliklerle örülü olduğunu vurguluyor. Tuhaf bir yargısı var Fethi Naci'nin: öteki romanlarının sonuna yaklaştı mı, Reşat Nuri, adeta yorulmuşçasına, usanmışçasına çalakalem yazar, son bölümleri bir bakıma özetlermiş... Ateş Gecesi öyle değil diyor. Gökyüzü'nde olduğunca, bu romanda da, çağın karmaşık siyaseti hem nalına hem mıhına değerlendiriliyor.
- 1943 DENİZİN ÇAĞIRIŞI Kemal Bilbaşar Dönemindeki yazınsal emeklerin enikonu dışında, çok acı bir mizah çeşnisi de taşıyan bu eser, Kemal Bilbaşar'ın -her nedense- bir daha pek dönüp kurcalamayacağı bir içe dönüklük dünyasında gelişir. (Ahmet Oktay Denizin Çağırışı'nın "farklı bir kanal" açtığı kanısındadır.) Uçsuz bucaksız ama umarsız bir yaşama tutkusundan ölüme, intihara sürükleniş Denizin Çağırışı'nda yalnızca bireysel, hastalıklı bir sorun olarak karşımıza çıkmaz. Bir yandan da bu sorunun toplumsal, çevresel sebepleri, çok eskilerden kalma açmazlar, kişiyi kendi olmaktan daima uzak tutmuş törel yaşama biçimleri, ekonomik sıkıntılar handiyse tek tek işlenmiştir.
- 1943 GELİNLİK KIZ Kerime Nadir Gelinlik Kız -deyiş yerindeyse- bizdeki sayılı 'feminist roman'dan biridir ve ilklerindendir. Kadının tek başına var olabileceği söylemi, Gelinlik Kız'ın adeta manifestosu.
- 1943 KÜRK MANTOLU MADONNA Sabahattin Ali Bir yanda aşkın kişiye özgü bağımsızlığı, bir yanda topluma karşı sornınların çeşit çeşit egemenliği sürekli çatışıp durur. Kürk Mantolu Madonna her şey yitirilmişken başlar, derin iç sızılarıyla yüklü bu sona ermişliği, geriye dönüşlerle, en ince ayrıntısına kadar deşer. Romanın apayrı bir ortamda, bir anlatıcının gözlemleriyle yüklü ilk bölümü, kendi içinde bir bütündür ve o günlerin toplumsal dünyasını yansıtmak açısından, ancak Dostoyevski'ye yaraşır bir hava estirir... Düşünce ve duyuşta birbirine karşıt bu iki insan, aşkı bir hayat öğretisi gibi yaşarlar. Dahası, aralarındaki karşıtlık zaman zaman erir ve Maria, Raif?e, Raif, Maria'ya dönüşür gibi olur. Her ikisi de dünyanın, varoluşun anlamı üzerine yeniden düşünür.