- 1936 SELMA VE GÖLGESİ Peyami Safa (Server Bedi) Fikret Adil'in Asmalımescit 74ünde (1933) Server Bedi'yle Peyami Safa ikiz görünümündedirler. Fikret Adil, adeta iki ayrı Peyami Safa varmış gibi yazmıştır... Selma ve Gölgesi?nde Server Bedi de iki ayrı Selma'yı anlatır, ya da, Server Bedi adı Peyami Safa'nın takma adıysa, dişi vampir Selma da yalnız ve mutsuz asıl Selma'nın bütün bir iç dünyasıdır. Hep Boğaziçi! Dişi vampir Selma'nın macerası, aynı zamanda romanımızın "göçüp giden Boğaziçi" sayfalarına açılır; derin bir pitoresk oluşturur. . . . Uzanır gibi oturdu ve gözlerini yarı kapadı. Ne rüya! Ah... bu Selma muhakkak ki sanatkâr bir kadındı, bir şair, şiir yazmayan, şiirin bütün havasını, tesirlerini yaratan, şiiri tam hayat halinde yaşamak isteyen bir şairdi.
- 1936 SİNEKLİ BAKKAL Halide Edib Adıvar İnci Enginün, "Sinekli Bakkal romanı, hayata daha geniş bir bakış açısından bakarak, mâzinin değerlerini yeniden keşfetme ve yaşanan hayatta onların yerini arama çabası olarak yorumlanabilir" diyor. Sinekli Bakkalı Mor Salkımlı Ev'le birlikte okumakta yarar var. Halide Edib, Mor Salkımlı Ev' de çocukluk-yeniyetmelik anılarını dile getirir. Burada da Abdülhamid çağı işlenmiştir. Geçen zamanın etkisiyle, yazardaki yorumlayış değişmeleri göze çarpacaktır. Yine Sinekli Bakkalın bir bölümünde, romancı, Rabia'yla Handan'ın kişilerini bir araya getirmiş, Handan'ı adeta tekrar yaşatmak istemiştir. Rabia'nın, "Ne kadar da Frenk kaniarına benzemeye yeltenmişler" dediği Handan bu sahnede belirip kaybolur... Samet Ağaoğlu, Halide Edib'in kimi romanlarında olduğu gibi, Sinekli Bakkal da da roman kişilerine bir türlü bürünemeyip, her kişide kendi görüşlerini, düşünüş ve duyuşunu yansıttığını ileri sürer. Rabia'yı örnek verir. Başta Rabia, bütün kişiler yeterince tahlil edilememiştir. "Ruhi tezadar yerine yarım adamlar karşısında kalmış bulunuyoruz." 1964'te Rauf Mutluay, Halide Edib'in "dekor"dan öteye geçemediğini yazar. Romandaki "mahalle, sadece bir dekordur, cansız, kuru eksik. Halide Edib bu mahallede yaşamamıştır, mahallenin ruhunu bilmez." Mutluay, çocuk Rabia'ya romancının kendi "elli yaşlar sınırında" bilinciyle "ancak" kavrayabileceği düşünceler, değerlendirişler eklediğini, bu yüzden de Rabia'yı yaşatamadığını, "bağışlanmaz yanlış"a düştüğünü söylüyor.
- 1936 SONSUZ GECE Muazzez Tahsin Berkand Her şeyden önce, romanın şaşırtıcı üslubu sarıyor. Romancının alışageldiğimiz üslubundan çok farklı bir üslûp bu. Kopuk kopuk, eksiltili cümleler, sisli bir anlatım, okurun tamamlaması gereken bir hikâye örgüsü... Fransız edebiyatının büyük romancısı Colette, kadın dünyasını dile getirirken ve hemen hep kendi yaşantısından yola çıkarken, kişisel, özgün bir üslubu seçmiştir. Modern Türkiye'nin bir başka cephesi de, 'soyadı' edinmemizle ilgili olarak karşımıza çıkıyor eserde. Soyadı, Mualla'nın hayatında önemli bir dönemecin sebebi: Soyadı kanunundan önce tanıdığı ve sevdiği Ekrem'in soyadını bilseydi Mualla, gazetede okuduğu iş ilanının peşine elbette düşmeyecekti... Türk romanında, soyadı edinmemizin yarattığı olgulara ilişkin çok az değini var. Sonsuz Gece'nin hayati dönemeci buna ayrılmış. . . . Mualla ellerini çırparak sevindi: ''Evet, evet, ne iyi olur! Beraber çekilmiş bir resmimiz yok." Ekrem, bu çocukluğa mâni olmak istedi: "Böyle seyyar fotoğraflıların çekeceği resim iyi olmaz. Yarın seninle Beyoğlu'nda bir fotoğrafhaneye gideriz." Mualla'nın gözlerine birdenbire derin bir acı düşmüştü: "Yarın mı? Hayır Ekrem, burada... bugün... bu dekor altında..."
- 1936 YOSMA Ethem İzzet Benice Kendi romanlarında halkın taleplerini göz önünde tutmuş, merak edilen çevreleri, sözgelimi sosyeteyi, lüks fahişelerin hayatlarını, İstanbul'un o günkü barlarını, sanatçılar, siyasetçiler dünyasını kaleme getirmiş. Mütareke dönemini, Kurtuluş Savaşı yıllarını da işlediği eserlerinde, yoksul-zengin karşıtlığına ilişkin atak gözlemler, yorumlar yer alır... Yosma'da Tufan'la Emine/Sevim'in ilişkileri, haksız, karanlık kazancın irdelenmesi açısından cesur çözümlemelere, bu kirli paranın iktidar-siyaset çevrelerinde yaygınlaşmasına yönelik saptamalara açılır .. . . . - Biliyorum ve görüyorum, siz birkaç kişi çok para kazanıyorsunuz. Bunu ben bildiğim gibi herkes, bütün halk da biliyor, siz de onların bildiklerini biliyorsunuz. Bir kumpanya kurmuş, en büyük kazançları kendinize ayırmışsınız. Sizin kazandığınızı piyasadaki hiçbir iş adamı kazanamıyor.
- 1937 BİR SÜRGÜN Yakup Kadri Karaosmanoğlu Üslûbunu tumtutaraklı bulanlar çıkmış ama; Yakup Kadri, eserlerinde üslûpçu bir tutumla yol almış. Üslûpçu tutumunu ödünsüz sürdürerek, okuru edebi açıdan geliştirmek istemiş. Onun romanlarında yakın çağ tarih yelpazesini, roman sanatının incelikleri çerçevesinde, hem toplumsal hem bireysel açıdan izleme fırsatı buluruz. ...iyi yetiştirilmiş, fakat yaşama acemisi... Hatta Doktor Hikmet, okuduğu edebi eserlere kendi hayallerini katıp katmadığından şüpheye düşer. . . . Doktor Hikmet bir rüyadan uyanır gibi karşısında duran garsona sordu: -Bu vapur Messagerie değil mi? -Evet beyim; bu gece Marsilya'ya hareket edecek. Bilmem neden bu hafta çok geç kalmış. Her zaman öğleyin gelir, akşama doğru kalkardı.
- 1937 KUYUCAKLI YUSUF Sabahattin Ali İlk romanı Kuyucaklı Yusuf aynı çizgide bir doruk noktası. Yazar, Anadolu yaşamasının artık çöken değerleriyle bu yozlaşmış değerler ortasındaki okumuş yazmış, sözümona aydın takımını taşkın bir öfkeyle irdelemiş. Toplumsal konumlarından kibirli, ruhsal dengesizliklerini hayatlarının her aşamasında bir güç, 'erk' gibi gören eşraf ailelerinin karşısında susmak, ezilmek durumunda kalmış insanlar kalabalığı Kuyucaklı Yusufun trajik dünyasını daha da derinleştiriyor. Dokuz yaşındaki Yusufla kaymakamın üç yaşındaki kızı Muazzez arasında dile dökülmemiş bir yakınlık doğar. Bu, aşkla kardeşliğin bir potada eridiği, Dostoyevski ikliminde yetişecek, alışılmışın dışında bir yakınlıktır. Salahattin Bey'in karısı Şahinde, geçimsiz, hırçın bir kadındır. Kaymakam, evindeki hayattan kaçabilmek için, yeni atandığı Edremit'te içki ve kumar meclislerine devam eder. Romancı bize taşra yaşamasından sahneler sergilerken, burada, taşrada insanı geliştirecek, yüceltecek değerlerin imkansızlığını belirtir. Burada her insani duyuş güdük kalmaya yazgılıdır... Yakınlarının, başta Pertev Naili Boratav, belirttiğine göre, Sabahattin Ali Kuyucaklı Yusuf?un devamını yazacakmış. Üstelik üç cilt. Yazmamış mı, yazmaya vakit mi bulamamış, bilmiyoruz. Kuyucaklı Yusuf Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde geçmektedir. Bununla birlikte, yazarın yaşadığı baskıcı döneme bir gönderme ve kara eleştiri olduğu hemen sezilir. Bir yandan da, geçmişten devralınmış, yeni düzende de değişmemiş sorunlar işlenir. Romanın kişileri biraz da bu sorunların 'kurban'larıdır. Aynı zaman kaydırmaca yöntemini, yazar, eşsiz güzellikteki "Komik-i Şehr" hikâyesinde de uygulamış ya da uygulamak zorunda kalmış, günün gerçeklerini ancak bu yöntemle kaleme getirebilmiştir... . . . Arkasında bıraktığı sahilin gitgide erişilmez olduğunu fark ediyor, artık oradan kendisine elini uzatacak birinin bile onu kurtaramayacağını sanıyordu.
- 1937 YOLPALAS CİNAYETİ Halide Edib Adıvar Ne var ki, geri planda, cinai romanda 'merhamet' aramak isteyen çok değişik, çok farklı bir Halide Edib'i yakalarız. Cinayetin arkasındaki 'masumiyet'i anlatıyor romancı. Bir yandan da hızla yozlaşan bir zümrenin teşrih masasına yatırılması söz konusu.
- 1938 ESKİ HASTALIK Reşat Nuri Güntekin Gerçekten bir ayrılışla mı noktalanır Eski Hastalık; bunca yıl geçti, bir türlü karar veremedim. Büyük ve ürkütücü zihniyet, kültür gömleği değiştirmelerin sonucu bu ayrılık, belki de, henüz tam varılamamış bir bileşimin sonunda, bilemediğimiz bir 'gelecek' zamanda mutlu sona da ulaşacaktır... Bir aşk romanı çerçevesinde, Eski Hastalık, eskiden yeniye geçişin sancılarını, eskiyi ille horgörüşle ya da eskiye bağlılık adı altında yeniyi bir türlü kavrayamayışla asıl hayatın nasıl zehirletildiğini dile getiren bir başyapıttır bence.
- 1938 ÜÇ İSTANBUL Mithat Cemal Kuntay Kuntay, bir "muaşeret romanı" yazdığını belirtiyor. . . . Camilerin kurşun kubbelerinde fetih ordularının miğferleri duran İstanbul! Bir devrin ufka yuvarlandığı bir dağ: Süleymaniye Camii! Altında bir millet ayağa kalkıyor gibi duran kubbe! Süleymaniye'nin bu kubbesi ufuktan sökülmelidir ki, İstanbul ne kel, ne uyuz bir topraktır anlaşılsın...
- 1938 YALNlZ DÖNÜYORUM Şükûfe Nihal Yıldız'a gelince, o, bir anlamda Batılı aydın kadını temsil ediyor; öte yandan, Yıldız, geleceğin başarısını Anadolu'daki erden hayatta, Anadolu insanının duruluğunda arıyor.