- 1901 ŞIPSEVDİ Hüseyin Rahmi Gürpınar Refik Halid'in söz açtığı -ve belki, bütün Hüseyin Rahmi okurlarının unutamadığı- "atlı tramvaylar" sahnesi Şıpsevdi? dedir, romanımızın en görkemli kara gülmece sahnelerinden biri. Demin söylediğim gibi Şıpsevdi de atlı tramvayın kadınlar kısmı, ayrıca Meftun'un köşk halkına zeytin çekirdeği konusundaki görgü dersi, "savoir-vivre"den yalan yanlış bilgilenişler, Schopenhauer'e kadar uzanan felsefe kırıntıları benzersiz güzelliktedir. . . . Aman ne zor iş bu! .. Çekirdeğini çıkarman bu kadar güç olduktan sonra ben de alafranga sofrada zeytin yemeyiveririm. Zaten evde yiye yiye bıktık da... Çoluk çocuk yeriz. Çekirdeklerini de çatır çutur önümüzdeki tabağa atıveririz. Çocuklar bazen parmaklarının arasına sıkıştırıp birbirinin gözüne sıkarlar. Ya babalarından ya benden birer tokat yerler.
- 1902 NİMETŞİNAS Hüseyin Rahmi Gürpınar Oysa Nimetşinas Hüseyin Rahmi'nin hayli hüzünlü romanlarından biridir, sonu mutlu bitse bile. Büyük romancının, hanım-hizmetçi kız dayanışması, onların birbirlerine sığınmaları üzerine kurduğu bu gençlik verimine inanılmaz kertede güldürücü bir sahneyle başlaması da belki kasıtlıdır. Hayatı gülünç yönleriyle gösteriyor, ama bizim şaşkın gülüşlerimize de herhalde kederli bir alayla yaklaşıyordu Hüseyin Rahmi.
- 1905 ÖLMÜŞ BİR KADININ EVRAK-I METRÛKESİ Güzide Sabri Tevfik Fikret, Aşk-ı Memnu'un tefrikası başlarken, Halid Ziya'yla bir söyleşi gerçekleştiriyor. Bihter'in Behlûl'e gönül yakınlığını etik değerler açısından sorguluyor. Eşi yaşlı her genç hanımın böylesi yasak ilişkilere elbette girmeyeceğini hatırlatıyor. "Sis" şairinin bu tuhaf yargısı karşısında, Halid Ziya adeta kemküm ediyor ve o kadar özene bezene kaleme getirdiği Bihter'in acı serüvenini geçiştiriyor... Orta yaşı aşkın Adnan Bey'le evli Bihter'in, Aşk-ı Memnu'un bu güzel kahramanının Behlûl' e yasaklanmış sevdalar duymasını yorumsuz bırakan Halid Ziya'ya karşılık; iddiasız, hattâ bazılarınca 'piyasa işi' sayılmış eserler romancısı Güzide Sabri, yasak aşklarda, hoşgörüye, anlayışa, bağışlanmaya açılmak ister Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrûkesi'nde. Bu roman sanki ilkel bir Anna Karenina'dır. Bu sahnenin 1950'lerin iyice sonunda, Cihangir' deki evimizde birebir yaşandığını belirtmeliyim; Gramofon Hâlâ Çalıyor da yazdım da...
- 1909 SEVİYE TALİP Halide Edib Adıvar Yazar, İnci Enginün'ün belirttiğine göre, "31 Mart olayı üzerine, önce çocuklarıyla Mısır'a" kaçmış, Mısır'dayken "arkadaşı İsabel Fry'ın daveti üzerine ilk defa İngiltere'ye gitmiş. Bu gezi Halide Edib'i etkilemiş; Seviye Talip, İngiltere'yle o günkü Türkiye'nin karşılaştırılması amacıyla kaleme getirilmiş. Bu karşılaştırma özellikle kadının toplumdaki yeri açısından gerçekleştirilmiş. Bu genç kadın Fahir'in çocukluk arkadaşıdır; evlidir, ne var ki piyano öğretmeni Cemal' e aşık olmuştur. Seviye eşinden ayrılmak ister, ayrılık gerçekleşmeyince, Macar asıllı Cemal'le yaşamaya başlar. Cemiyet bu ilişkiyi hiç hoş karşılamaz. Seviye'yse yeni bir ahlakın peşindedir, kocasını aldatarak yaşamaktansa, toplumun gözü önünde sevdiği adamla yaşamayı tercih etmiştir. Seviye Talip Halide Edib'in sonraki romanlarının adeta çekirdeği. Macide, eskiyle yeni arasındaki bocalayışlarıyla, Sinekli Bakkalın Rabia'sının talihsiz bir benzeriyken; Seviye de Handan'ın sanki taslağı. Fahir'e gelince, olumlu olumsuz davranışlarıyla, Fahir'de Sinekli Bakkal'dan Peregrini'yi, Handan'dan Hüsnü Paşa'yı yakalamak olası. Seviye Talip; anlatış açısından, yazarın en karanlık, anlatışı en tutkulu romanı Mev'ud Hüküm'e adeta bir başlangıç...
- 1910 SALON KÖŞELERİNDE Safvetî Ziya "(...) Salon Köşelerinde, Hanım Mektupları, Bir Safha-i Kalb, işte bu ömrün mahsulleridir ve bunlar öyle, o hayata giremeyenlerin zannettikleri gibi sahte, uydurma, züppe eserler değil, gayet realist, samimi, yaşanmış yazılardır. (...) bilemedikleri bir zümre hayatının tasviri olduğu için Safvetî Ziya'nınki okuyucularına ve arkadaşlarına özenti, yapmacık, hayalî görünüyordu."
- 1910 SİYAH GÖZLER Cemil Süleyman Alyanakoğlu Bir iki uzaktan bakışma, ısrarlı takipler, mektuplaşma, otuz yaşını aşkın kadını yirmi iki yaşındaki bir delikanlıya bağlayacaktır. Törel değerlerin, geleneksel ahlakın aykırı, bağışlanmaz bulduğu bu hüzünlü aşk, gözlerden ırak kır gezintilerinde, gün ışığından saklanılmış mehtap buluşmalarında sürüp gidecek; genç kadın her şeyi göze alarak delikanlıyla evinde de buluşmaya başlayacaktır. Siyah Gözler de, otuzlarında dul kadınla aşık olduğu delikanlının adsız bırakılmış olmaları düşündürücüdür. Roman kişilerinin ille birer ad taşıması gerektiğine inanılmışken, Cemil Süleyman belki de, Siyah Gözler de dile getirilenlerin başkalarınca, adsız sansız kişilerce de yaşandığını sezdirmek istemişti. . . . Ve birden her şeye karar vererek, gözleri dumanlandı. Vücudunda her saniye artan bir kuvvet hissediyor; onu, bırakmamak için, kendisinde, bütün engellere karşı koyabilecek olağanüstü bir kudretle, damarlarında sanki sıcak bir şey galeyan ediyordu. Onu, artık hiçbir kimse elinden alamayacaktı. Oh evet, hiçbir kimse alamayacak ve o, gitmek için kendisinde kuvvet bulamayacaktı. Şimdi yavaş yavaş gözleri büyüyor, kulağının yanındaki bir ses, ona hitap eden o mukaddes ses "öldür... " diyordu. (Nuri Akbayar sadeleştirmesi.)
- 1912 HANDAN Halide Edib Adıvar Yakup Kadri anılarında, yirmi bir, yirmi iki yaşının "en coşkun heyecanlarıyla", Handan için bir yazı yazdığım hatırlar. Romanın derin etkisi altında kalmıştır. Yazısının sonuna doğru, "Bu bir romandan ziyade bir otobiyografyaya benziyor" demiştir. Başta Celal Sahir, Halide Edib'in dost çevresi, "otobiyografya" sözcüğünden hiç hoşlanmazlar ve Yakup Kadri'yle handiyse selamı sabahı keserler. "Çok geçmeden kulağıma değen dedikodulardan anlayacaktım ki" diyor Kiralık Konak romancısı, "bu sözü kullamakla, farkına varmaksızın, bir pot kırmışımdır: Meğer, Halide Hanım ilk evlilik hayatında Handan gibi bedbaht olmuş, aynı ruh krizlerini geçirmiş ve çok bağlı olduğu kocasından ayrılmak zorunda kalmış ve hâlâ da bu durumun acılıkları içindeymiş." Handan, Kalb Ağrısı'yla birlikte, Halide Edib'in çok sevdiğim bir romanı. Gerçi Handan'la ilintili ilk yazım, 1970'lerin sonunda, bu romanı küçümsemeye yeltenir. Nelerin, kimlerin etkisi altında bu gülünç, şimdi pişmanlık verici yazıyı yazmıştım, artık anmak bile istemiyorum... Mektuplar, duygulanımlar, sayıklamalar ve hatırlayışlar biçiminde kaleme alınmış roman, kolejde okumuş, İngiliz terbiyesi almış Handan'ın, çevresindekilerin hayatlarıyla örülüdür. Kurgusunun bu özellikleri açısından romanımızda bir ilktir. Handan'ın yaşadığı yıllarda memleketin, çöken imparatorluğun genel görünümü "simsiyah" ve mahvoluşa o kadar yakındır. Abdülhamid' e karşı birleşenlerin yanı sıra, bir kesim aydın da sorunlara daha felsefi bir görüngeden yaklaşarak, Şark'la Garp arasında yeni dengeler arar. Bir dolu mektubun, telgrafın, raporun, duygu izlenimi yazılarının bütünlediği Handan, yerleşik düzenle uyuşamamış, uyuşamayan bir avuç aydının tarihçesi sayılabilir. Dış dünyadaki Handan'ı ancak roman sona erdikten sonra tanıyabiliriz. Zaten Refik Cemal de onu "resminden" çıkarır: Marsilya' da, bir kayalığın tepesindeki "Notr-Dam" kilisesinin deniz yönündeki parmaklıklarına dayanmış siyahlı bir kadın; "bu ince siyahlı kadın" yüzünü tüller, vualetler gerisine saklamış... Bu saklayış ve saklanış,Handan'ın ateşli hummasıyla sona erer: "Hararetim vardı, dimağım hasta idi." Handan ancak ölürken kendi olabilmekte, bireyliğine kavuşmaktadır...
- 1912 KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA BİR İZDİVAÇ Hüseyin Rahmi Gürpınar Aksaray' da oturan, varlıklı, iyi kötü öğrenim görmüş İrfan Galip bir gönül kırgınlığından dolayı kadın düşmanı kesilmiştir. Masal havası eser Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaçta. Romancının akıl, sağduyu ve engin görüşlülüğü Feriha Davut'ta araması ilginçtir. Geleceğin daha aydın toplumunu belki de kadınlar hazırlayacaktır... . . . Ah, ah... Bütün dertlerimi bu mektupta size anlatmak isterim. Belki sonra hafifliğime hükmedersiniz. Bu kadar spor meraklısı olup da nereyi gezdiğim var? Hele o kapanık kış günlerinde evde patlarım Allah bilir ya... Evde piyanom var, mandolinim var, udum var. Kitaplarım, nakış işleyen makinelerim, her şeyim var. Ama bazen o kadar sıkılırım ki, bunların hepsini pencereden bahçeye atacağım gelir. Offff... Her gün dan dan piyano, dımbır dımbır ut, tıkır tıkır makine... Usandım bittim, illallah artık... (Zahir Güvemli sadeleştirmesi.)
- 1912 YENİ TURAN Halide Edib Adıvar Handan'la art arda yazılmış Yeni Turan, Halide Edib'in değişik yorumlarla değerlendirilmiş bir romanıdır. Yahya Kemal bir yazısında Yeni Turan'ın ideolojik yanına değinir ve örtük bir ifadeyle romanı alaya alır, İnci Enginün'e göre "bu kitap yazılış tarihinden yirmi yıl sonrasının yani 1932 Türkiye'sinin politik ve sosyal gelişmesini tasvir eden, siyasi ve ideolojik bir hikâyedir". Yakup Kadri Yeni Turan'ın bir ütopya romanı olduğu kanısındadır. Roman, konusu açısından entrikalı bir yapı üzerine kurulmuştur: Ülkeyi ileri bir düzeye çekmek, ulusal değerlere, din anlayışına, kadın özgürlüğüne, eğitim ve öğretime aydınlık getirmek için kurulmuş Yeni Turan Partisi toplumca benimsenir. Yeni Osmanlılar Partisi'nin başkanı Hamdi Paşa bu başarıyı kıskanır ve Yeni Turan başkanı Oğuz'u bin bir karanlık çabadan sonra hapsettirir. . . . (...) Sonra hiçbir vakit, eğitimimiz bir erkeği bir aile başkanı, bir kadının arkadaşı, bir kadını da sorumlu ve kesin bir aile 'reisesi' bir arkadaş diye hazırlamamıştır. Onun için, yazık ki bugün Türk kardeşlerimizin çoğunun yurdu, yurttan çok iki cins insanın bir zaman için oturdukları bir evden öteye gidemez. Bugün memlekette aynı suçun sonucuyla birçok bahtsız kadın olduğu gibi, birçok da bahtsız erkek var. (Baha Dürder sadeleştirmesi.)
- 1919 EFRUZ BEY Ömer Seyfettin Kısacık bir ömrü olmuş Ömer Seyfettin'in, otuz altı yaşında ölüyor. Edebiyat hayatıysa hayli zengin. Milli Edebiyat anlayışına bağlı hikâyelerinin yanı sıra, "Yeni Lisan" makalesiyle başlattığı dilde, konuşulan, sade Türkçenin yaygınlaştırılması çabası... Roman alanında da eser veriyor bu arada. Efruz Bey'i bir süre sonra, kurucuları arasında bulunduğu Asiller Kulübü'nde görürüz. O, şimdi, beysoyluluk hevesine kapılmış, kendisi gibi sahte asillerle düşüp kalkmaya başlamıştır... Çok geçmeden Bilgi Bucağı'nda milliyetçi bir kimliğe bürünecek, konferanslar verecektir. Bir ara Avrupa'ya gidip öğrenimini tamamlamaya, 'yükseltmeye' karar verir. Derken elişleri öğrenmeye çalışır, üç yıl ortalıkta görünmez, herkese Avrupa'ya gittiğini söyler. Böylece her gün yeni bir modaya, yeni bir felsefeye, yeni yeni dünya görüşlerine, siyasi eğilimiere kapılanmakta; işin aslı aranırsa, bir türlü kendi olamamaktadır. Efruz Bey bir düşseverden, bir aylaktan, benbencilikten öte kimlik edinemez. Yine de herkesi, özellikle başarıya ulaşmış, durmuş oturmuş kişileri küçümsüyor, hakkının yendiğine inanıyor. . . . Susuyorlardı. Efruz Bey bu kadar büyük, bu kadar alim bir adamın kendisine söyleyecek söz bulamamasma şaştı. Şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Duvarlar meşhur büyüklerin resimleriyle doluydu. Bir köşede koca bir küre duruyordu. Kütüphaneler ağzı ağzına kitapla doldurulmuştu. Böyle bir odada oturan adam ömründe kitap açmasa alim olabilirdi.