- Ertesi gün gardiyanla konuştum. Bir avukat tutmak, istedim. Gardiyan güldü bana. Öbür gardiyanlar da güldüler. Dış dünyadan koparılmıştım, hiç kimseyle görüştürülemezdim. Dışarı mektup yazacak oldum, ama tüm mektupların okunduğunu, hapishane yetkililerince makastan geçirilip el konulduğunu, üstelik de cezası kısa olanların mektup yazmalarına n?olursa olsun izin verilmediğini öğrendim. Kısa bir süre geçince, günü dolup salıverilenlerle dışarı gizlice mektup çıkartayım dedim, ama öğrendim ki onlar da arama-taramadan geçiriliyor ve bulunan mektuplar yok ediliyordu. Ama olsun varsın. Bütün bünlar çıktığım zaman açacağım davada benim ekmeğime yağ sürecek noktalardı.
- Ama ah havadar bir odada. her gece kar gibi çarşaflar serili bir yatağın sizleri beklediği sevgili, çıtkırıldım, etli kanlı insanlar... başınızdan geçmemişse, Londra sokaklarında sabahlamanın ne çileli bir şey olduğunu nasıl anlatabilirim sizlere? İnanın bana, başınızı sokacak bir yer bulamadan. o sokaklarda bir kez olsun sürtmek zorunda kalsanız, doğu yönünde tan yerinin ağardığını belirten o solgun ışığı görünceye dek binlerce yüzyılın geçtiğini sanır, soğuktan tir tir titreyip hıçkıra hıçkıra ağlarken vücudunuzda her bir kasın sızım sızım sızladığını duyar, böyle olup da hâlâ yaşayabildiğinize siz kendiniz bile şaşarsınız. Bir sıranın üstüne oturup da şöyle bir soluk alayım deseniz ve yorgunluktan kan çanağına dönmüş gözleriniz farkında ?olmaksızın kapanıverse, o anda yanınızda bitiveren bir polis memuru sizi dürterek uyaracak ve dediğim dedik bir sesle ?haydi yaylan bakalım' diye kestirip atacaktır. Dinlenmesine dinlenebilirsiniz bir sıraya oturup, parmakla sayılacak kadar azdır bu sıralar, birbirlerine de epeyce uzaktır; ama eğer dinlenmek, uyumak anlamına geliyorsa, işte o zaman kalkmalı ve yorgunluktan iler tutar yanı kalmamış vücudunuzu bitmek tükenmek bilmeyen sokak aralarında sürüklemelisiniz. Her nasılsa gözden kaçmış bir kuytu köşe ya da karanlık bir kapı ağzı bulup da umutsuz bir uyanıklıkla uzanacak olsanız...
- Üstelik bu gece. kadınlı erkekli otuz beş bin evsiz barksız insan var Londra kentinde. Ama lütfen, sakın ha yatağa girdiğiniz zaman aklınıza getirmeyin bunu; eğer olmak zorunda olduğunuz kadar yufka yürekli bir kimseyseniz, rahat yatağınızda her zamanki gibi mışıl mışıl uyuyamayabilirsiniz. Altmışlık, yetmişlik, seksenlik insanlar vardır, yaşlı başlı insanlar; kötü beslenmişlerdir, bir deri bir kemiktirler; onlar günün doğuşunu dinlenmiş ve capcanlı olarak selamlayamazlar; gece, tüm acımasızlığıyla üzerlerine yeniden çökünceye dek, ekmek kabukları ardında gün boyunca çılgınca koşacaklardır ve beş gün beş gece sürecektir bu çile... Ah. sevgili, yufka yürekli, etli-kanlı insanlar. bilmem ki nasıl anlatsam bunu sizlere?
- Sümük, tükürük ve balgamla kaplı yıvış yıvış kaldırımdan portakal ve elma kabukları, üzüm salkımları topluyor ve bunları yiyorlardı. içindeki taneyi yemek için yeşil erik çekirdeklerini dişleri arasında kırıyorlardı. Bezelye tanesi büyüklüğünde ekmek kırıntıları, pislikten kapkara kesilmiş elma koçanları topluyorlardı, öyle ki, bunlara elma koçanı demeye bin tanık isterdi; her iki adam da bunları atıyordu ağızlarına ve sonra çiğniyor, yutuyorlardı; ve bu olay, Tanrının 1902 yılının 20 Ağustos tarihinde, saat akşam altı ile yedi arasında, dünyanın en büyük, en varlıklı ve en güçlü imparatorluğunun yüreğinde oluyordu.
- Ve bu iki adam konuşuyordu. Deli filan değildiler, yalnızca yaşlıydılar. Yedikleri çerçöp yüzünden bağırsakları iğrenç kokular salan bu iki adam, kanlı bir devrimden söz ediyordu. Anarşistlerin, fanatiklerin, delilerinkine benziyordu konuşmaları. Kim kınayabilir, kim sorumlu tutabilirdi onları? Oysa ben üç öğün yemek yemiştim o gün; istersem yan gelip yatabileceğim bir yatağım vardı; oraya uzanır, şeylerin başkalaşımı, gelişimi ve evrimi konusunda, toplumsal felsefem konusunda, kafa patlatabilirdim; uzun sözün kısası, ya onlarla birlikte böyle abuk subuk laflar edecek ya da çenemi tutacaktım. Zavallı budalalar! Bilmiyorlardı ki devrimleri yaratanlar onların hamurundan değildir. Ve onlar kısa bir süre sonra cızlamı çekip toprak olduklarında, Poplar Düşkünler Yurdu'na gitmek üzere Mile End Road boyunca yürüyen ve balgamlı, sümüklü kaldırımlardaki süprüntüleri gövdeye indiren başka zavallılar da kanlı devrimlerden dem vuracaklardı.
- Bunların hepsi de aynı bokun soyuydu. Hepsi de nefret dolu yabancılardı, haksızlıkta birbirlerinden aşağı kalır yanları yoktu. Bu ölüm kalım anında bile zihninde birtakım görüntüler belirdi: Çölün ortasından geçen demiryolu, Meksikalı ve Amerikalı polisler, hapishaneler, paçavralar içindeki halk... Rio Blanco grevinden sonraki yaşamın tiksinti verici yürekler acısı görünümleri... Sonra onurlu ve kanlı devrim fırtınasının tüm bu pis görüntüleri ülkeden silip süpürdüğünü gördü. İşte önündeydi silahlar. Önünde duran nefret ettiği suratların her biri birer tüfekti. Tüfekler uğruna dövüşüyordu o. Tüm tüfeklerle bütünleşmişti. Devrimdi o. Bütün Meksika için dövüşüyordu.
- Toprakları cansız, kımıltısız, acı bile duyulamayacak kadar ıssız ve soğuk olan bu yabani ülke üzerine, ağır bir sessizlik ve hüzün çökmüştü. (s.5)
- Kuzey'in ıssızlığına meydan okur gibi, yine de bir yaşam vardı bu yabani topraklarda; hem de öyle kolay kolay pes etmeyen, sürekli bir yaşam! (s.6)
- Soğuk hareketi sevmezdi.Ona göre yaşam demek, hareket demektir; çünkü yaşam harekettir. Halbuki soğuk, hareketin her türlüsünü sakatlamaya kararlıdır.Sular denize dökülmesin diye ırmakları dondurur, ağaçları iliğine kadar hatta kemiğine kadar işler, öz suyunu dondurur kurutur. (s.7)
- Çevrelerini saran ağır sessizlik, tıpkı denizin dibine inen bir dalgıcın üzerine basınç yapan su kütlesi gibi, ruhlarını eziyordu. (s.7)