- vet,öyle.bazı süreçler,ne yapılırsa yapılsın,değişikliği kaldırmaz.ben bu düşüncedeyim.eğer bu süreçle birlikte var olmaktan başka çaremiz yoksa,bizim yapabileceğimiz şey,inatçı bir azimle kendimizi değiştirmek (belki de dömnüştürmek).bu süreci kendi karakterimizin bir parçası haline getirmekten ibarettir.
- ben rekor denemesi yapacak hırslı bir genç değilim.ne yaptığını bilmeyen bir makine de değilim.sınırlarımın farkında olarak,biraz olsun kendi yeteneklerimi etkin bir şekilde kullanmayı sürdürmek isteyen,profosyönel bir roman yazarıyım.
- "Bir de," dedi şoför, dikiz aynasından bakarak. "Aklınızda tutmanızı istediğim bir şey var. Her şey göründüğü gibi değildir."
Her şey göründüğü gibi değildir, diye içinden tekrar etti Aomame. Sonra gözlerini hafifçe kıstı.
"Bunu ne için söylüyorsunuz?"
Şoför, sözcükleri özenle seçtiğini hissettirir şekilde yanıtladı. "Şöyle ki, birazdan hiç de sıradan olmayan bir şey yapacaksınız. Değil mi? Normal bir insan gün ortasında Başkent Otobanı'nın acil durum merdivenlerinden inmez. Özellikle bir kadın bunu asla yapmaz."
"Eh, orası öyle," dedi Aomame.
"İşte öyle bir şey yapınca da, gündelik yaşam manzaraları daha farklı görünmeye başlayabilir. Benim de öyle bir deneyimim oldu. Fakat görünüş sizi aldatmasın. Gerçek daima tektir."
(...)
"Gerçek daima tektir," diye tekrarladı şoför, bir kitabın önemli bir satırının altını çiziyormuş gibi.
"Elbette," dedi Aomame. Adam haklıydı. Tek bir kütle, tek bir zamanda, ancak tek bir yerde olabilirdi. Einstein ispatlamıştı. Gerçek daima soğuk ve ebediyen yalnız başınadır.
(...)
Şöyle düşünülemez mi acaba? Sorun bende değil, beni çevreleyen dünyada olabilir mi? Bilincim ve belleğimde bir anormallik yoktur; ne olduğu belirsiz bir güç devreye girmiştir ve çevremdeki dünya bu gücün etkisiyle değişim geçirmiştir.
(...)
Zamanın bir noktasında benim bildiğim dünya yok olmuş ya da başka bir yere taşınmış, yerini de başka bir dünya almış olmalı. Rayların makas değiştirmesi gibi. Yani, şu an burada bulunan benim bilincim aslında burada bulunan dünyaya ait, ama dünyanın kendisi farklı bir dünya haline gelmiş. Burada gerçeklerde meydana gelen değişim, henüz sınırlı ölçüde. Yeni dünyanın büyük kısmı, benim bildiğim esas dünyadan olduğu gibi geçiş yapmış. O yüzden yaşamımı sürdürmemde gerçek anlamda bir engel (en azından şimdilik) yok. Fakat bu "değiştirilen kısımlar" daha ileride çevremde büyük değişiklikler meydana getirecek. Farklılık gitgide büyüyecek. Dahası, duruma göre bu farklılıklar, hareketlerimdeki mantığın kaybolmasına, hayati hatalar yapmama neden olabilir. Eğer böyle bir şey olursa, evet, hayatıma mal olabilir.
Paralel dünya? Bu ancak bilimkurgularda olur.
(...)
Sakın savunma mekanizmamı devreye sokarak, işime geldiği şekilde bir sav kurguluyor olmayayım? Gerçekte, belki de en basit haliyle kafamda bir anormallik ortaya çıkmıştır yalnızca. Ruh halimin tamamen normal olduğunu düşünüyorum. Bilincimde bir çarpıklık olmadığına inanıyorum. Fakat kendisinin normal, çevresindeki dünyanınsa anormal olduğunu, ruh hastaları da çoğunlukla söyler. Paralel dünya diye bir laf ortaya atıp, deliliğimi zorla haklı çıkartmaya çalışıyor olamaz mıyım?
(...)
İçine düştüğüm bu yeni koşullara, öylesine bir ad vermem daha iyi olacak. Polislerin eski tip revolverlerle dolaştığı bir zamanki dünya ile bir ayrım yapabilmek için de, kendine özgü bir ad gerekiyor. Kedi ve köpeğin bile adı olur. Değişime uğramış bu dünyaya bir ad gerekmesi de gayet normal. 1Q84... Bu yeni dünyaya bu adı vereyim.
Aomame kararını vermişti. Q, question mark'ın Q'su idi. Dünyanın soru işaretleriyle dolu olduğu anlamındaydı. Aomame yürürken kendi kendine başını salladı.
İstesem de istemesem de, ben bu "1Q84"teyim. Benim bildiğim 1984 artık yok. Şimdi 1Q84 yılındayız. Hava değişti, manzara değişti. Ben bu soru işareti ekli dünyanın haline, olabildiğince çabuk ayak uydurmak zorundayım. Yeni bir ormana bırakılmış bir hayvanla aynı durumdayım. Kendimi koruyup, hayatta kalabilmek için o yerin kurallarını bir an önce özümsemeli, uyum sağlamalıyım. - "Yazmayı sevmek, yazar olmayı hedefleyen biri için çok önemli bir meziyettir."
"Fakat bu tek başına yeterli değil."
"Elbette. Tek başına yeterli değil. 'Özel bir şeyler' olması gerekir. En azından benim okumayı başaramayacağım bir şeyler içermesi gerekir. Ben şahsen, özellikle roman konusunda, okumayı tam olarak başaramadıklarımı daha fazla tercih ederim. Okuyabildiklerim pek fazla ilgimi çekmez. Bu da çok doğal. Son derece basit."
(...)
Pupa Hava'nın kahramanı muhtemelen geçmişteki Fukaeri'ydi.
Kahraman on yaşında bir kızdı ve dağların ardında yaşayan bir komünde (ya da komüne ait bir yerde) kör bir keçiye bakıyordu. Bu o kıza verilen işti. Tüm çocuklara ayrı ayrı bir iş verilmişti. O keçi ihtiyarlamıştı, ama komün açısından özel bir anlama sahipti ve başına bir iş gelmemesi için gözetilmesi, bir an bile gözden uzak tutulmaması gerekiyordu. Kıza böyle söylenmişti. Fakat dalgınlıkla gözünü ayırdığı bir an, keçi ölüveriyordu. Kız bu yüzden cezalandırılıyor, eski kerpiç ambara ölü keçi ile birlikte kapatılıyordu. On gün boyunca, kız dünyadan soyutlanıyor, dışarı çıkmasına izin verilmiyordu. Başkalarıyla konuşması da yasaktı. Keçi, Little People ile bu dünya arasında köprü vazifesi görüyordu. Little People'ın iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu kız (ve elbette Tengo da) bilemiyordu. Gece olduğunda Little People o keçinin vücudu vasıtasıyla kızın bulunduğu dünyaya geçiyor, gün doğunca kendi dünyalarına dönüyordu. Kız Little People'la konuşabiliyordu. Onlar da kıza havadan pupa yapmayı öğretiyorlardı.
(...)
Önceki diyaloglarına bakılırsa, Tengo'nun sorularını canının istediği şekilde yanıtlamıştı. Yanıtlamak istemediği ya da yanıtlamaya niyetinin olmadığı soruları duymazdan gelmişti. Sanki hiç duymamış gibi. Komatsu ile aynıydı. O açıdan birbirlerine benziyorlardı. Fakat Tengo öyle değildi. Bir şey sorulduğunda, ne tür bir soru olursa olsun, görgü kurallarına uyarak yanıt verirdi. Herhalde bu doğuştan gelen bir özellikti.
(...)
"İyi de, Tengo, iş buraya kadar geldiğine göre ikimiz de bazı şeyleri göze almışız demektir. Senin yeniden yazdığın Pupa Hava mükemmele yakın olmuş. Tahminlerimi kat kat aşacak ölçüde muhteşem. Hiçbir eksiği yok neredeyse. Kesinlikle ödülü alır, gündeme de oturur. Artık, böyle bir şeyi gömemeyiz. Bence esas bu bir tür suç olur. Dahası, az önce de söylediğim gibi ok yaydan çıktı artık."
"Bir tür suç mu olur?" dedi Tengo, Komatsu'nun yüzüne bakarak.
"Şöyle bir söz var," dedi Komatsu. "Her sanat, her arzu, dahası her eylem ve arayışın iyiye doğru bir yöneliş olduğu düşünülür. O yüzden de, olguların yöneldiği hedefe bakarak iyi olanı doğru şekilde belirlemek mümkündür."
"Bu ne şimdi?"
"Aristoteles. Nikomakhos'a Etik'ten. Hiç Aristoteles okudun mu?"
"Okudum diyemem."
"Okumalısın. Seveceğine eminim. Ben okuyacak kitap kalmadığında antik Yunan felsefesi okurum. Hiç bıkmam. Her seferinde bir şeyler öğrenirim."
"Peki, az önceki alıntı ne içindi?"
"Olguların neticesi iyidir. İyi her türlü neticedir. Kuşkuyu yarına bırakalım," dedi Komatsu. "Alıntı bunun içindi."
"Aristoteles soykırım hakkında ne diyor peki?"
Komatsu'nun dudaklarındaki gülümseme iyice genişledi. "Aristoteles'in burada sözünü ettiği sanat, ilim ve zanaat."
(...)
"Az önce söylediğim gibi, senin yeniden yazdığın Pupa Hava mükemmele yakın. Çok başarılı," diye konuşmasını sürdürdü Komatsu. "Fakat bir yerde, yalnızca bir yerde mümkünse düzeltme yapmanı istiyorum. Şimdi olmasa da olur. Ödül için bu haliyle yeterli. Ödülü alıp da, dergide yayımlamaya başladığımızda yapabilirsin."
"Neresi?"
"Little People havayı pupa haline getirdiğinde, iki ay ortaya çıkıyor. Kız başını kaldırıp gökyüzüne baktığında iki ay birden görüyor. O kısmı anımsıyor musun?"
"Elbette anımsıyorum."
"Fikrimi söylememe izin verirsen, o iki ayla ilgili betimleme yetersiz. Yazdıkların yetersiz kalmış. Daha ayrıntılı ve somutlaştırarak yazmanı istiyorum. Tek isteğim bu." - "Acayipsin. Ben olsaydım her yolu dener, mutlaka bulurdum. Böyle durumlarda, en iyisi arayıp bulmak ve gidip yüzüne karşı ondan hoşlandığını söylemek."
"Bunu yapmak istemiyorum," dedi Aomame. "İstediğim, bir gün bir yerde tesadüfen karşılaşmak. Sözgelimi yolda birden karşıma çıkması ya da aynı otobüse binmek falan işte."
"Kader buluşması."
"Eh, öyle bir şey işte," diyen Aomame, şarabından bir yudum aldı. "İşte o zaman ona açıkça söylerim. Şu ömrümde bir tek ona âşık olduğumu."
(...)
"Bu tür duygular söz konusu olunca seçme şansın olmaz," dedi Aomame. "Böyle duyguların geleceği varsa gelir. Mönüden yemek seçmekten farklı bir durum."
"Hata yaptıktan sonra pişman olmak noktasında aynı."
İkisi aynı anda güldüler.
Aomame konuşmayı sürdürdü. "Fakat konu ister mönü olsun, isterse erkekler ya da başka bir şey, kendi tercihimizi yaptığımızı sanıyoruz, ama aslında hiçbir şeyi tercih ediyor değiliz. En baştan belli olan bir şeyi tercih ettiğimi sanıyoruz belki de. Özgür iradenin var olduğunu düşünmek istiyoruz yalnızca. Arada sırada bu düşünceler geçiyor aklımdan."
"Eğer haklıysan, yaşam aslında karanlık bir yer demektir."
"Belki de."
"Fakat birini yürekten seversen, o ne kadar rezil bir tip olsa da, seni sevmeyen biri olsa da, en azından yaşam cehennem olmaktan çıkar. Biraz karanlık olsa bile."
"Aynen öyle." - Radikal dincilere karşı ayırım yapmaksızın tiksinti duyardı. O tiplerin dogmatik dünya görüşünü, üstünlük komplekslerini ve başkalarına karşı empatiden yoksun dayatmalarını düşündükçe, içindeki öfke kabarırdı.
(...)
Takaşima Okulu'nun ne olduğunu biliyor musun?"
"Ana hatlarıyla," dedi Tengo. "Komün benzeri bir örgütlenme. Tamamen ortak, tarıma dayanan bir yaşam sürüyorlardı. Mandıra işine de el atmışlardı ve ülke geneline yayılan bir örgüttü. Özel mülkiyet asla kabul edilmiyordu. Her şey ortaktı."
"Aynen öyle. Fukada işte o Takaşima Sistemi içerisinde ütopyasını bulmaya çalıştı diye bilinir."
Öğretmen'in yüzünde düşünceli bir ifade oluşmuştu. "Açıklamaya gerek yok, ama hiçbir dünyada ütopya diye bir şey var olamaz. Simya ve sonsuz hareketin asla var olamaması gibi. Takaşima'nın yapmaya çalıştığı, bence hiçbir şey düşünmeyen robotlar üretmek gibi bir şeydi. İnsanların kafalarından kendi başına düşünmesine yarayan devreleri söküp alıyordu. George Orwell'ın romanında yazdığı gibi bir dünya. Fakat muhtemelen senin de bildiğin gibi, böyle beyin ölümü gerçekleşmiş gibi bir duruma gelmeyi arzulayan tipler şu âlemde hiç de az değil. Öylesi çok daha rahat ne de olsa. Sıkıntılı meselelere kafa yormaya gerek yok. Sesini kesip, yukarıdan söylenenleri yapmak yeterli. Aç kalma tasası yok. O türden bir çevre arzulayanlar için Takaşima Okulu ütopya olabilir."
(...)
Öncüler kimse fark edemeden dini tüzel kişilik haline gelivermişti. Yamanaşi valisi resmi onay vermişti. Bir kez dini tüzel kişilik haline gelince, arazi içerisinde polisin inceleme yapması bir hayli zorlaşır. Çünkü anayasa ile güvence altına alınan inanç özgürlüğü engellenmiş olur.
(...)
Öncüler yalnızca bir tarım komünü olmaktan vazgeçip, dini cemaat haline geldi. Üstelik korkutucu ölçüde içine kapanmış bir dini cemaat. - Konu her ne olursa olsun karar verme sorumluluğunun olmadığı anlarda omuzlarından büyük bir yük kalkmış gibi hissediyordu.
(...)
1941 yılında Almanya-SSCB Savaşı başlayana kadar, bu demiryolu ve Sibirya Demiryolu hattında aktarma yaparak Japonya'nın Şimonoseki kentinden Paris'e on üç günde gitmek mümkün oluyordu.
(...)
Ben aslında bilim adamıyım ve dürüst olmak gerekirse roman türünden şeyleri pek hevesle okumam.
(...)
"'İnsanın ruhu mantık, azim ve şehvetten oluşur,' diyen de Aristoteles miydi?" diye sordu Tengo.
"O Platon. Aristoteles ve Platon, Mel Tormé ve Bing Crosby kadar farklıdır. Her neyse. Eskiden meseleler daha basitmiş," dedi Komatsu. "Mantık, azim ve şehvetin bir araya gelip, masa başında hararetli tartışmalara girdikleri bir anı hayal etmek keyifli değil mi?"
"Hangisinin yenemeyeceğini az çok tahmin edebiliyorum."
(...)
Yaptığın işi saf duygularla yaptığını biliyorum. Bu yüzden para istememeni de anlayabiliyorum. Fakat katıksız, saf duygular o halleriyle tehlikelidir. Etten kemikten bir insanın o duyguları taşıyarak yaşaması pek kolay değildir. Bu yüzden senin bu duyguları, bir balona çıpa takar gibi sağlamca yere sabitlemen gerek. Bu onun için gerekli işte. Doğru diye, saf duygularla hareket ediyorsun diye, bu her şeyi yapabileceğin anlamına gelmez. Anlıyor musun? - Matematik, Tengo'ya etkili bir kaçış yolu açmıştı. Formüller dünyasına kaçarak, gerçekliğin boğucu kafesinden kurtulmayı başarıyordu. Kafasındaki düğmeyi çevirdiğinde hiç sıkıntı çekmeden diğer dünyasına geçebildiği gerçeğini çok küçükken fark etmişti. O güvenli bölgeyi araştırarak dolaşmaya devam ettiği sürece tamamen özgür kalıyordu. Devasa bir binanın dolambaçlı koridorlarından geçiyor, odaların numaralandırılmış kapılarını tek tek açıyordu. Karşısına çıkan her yeni manzarayla birlikte, gerçekliğin dünyasında bıraktığı çirkin izler silikleşiyor, sonra da kaybolup gidiyordu. Formüllerin hükmettiği dünya onun için yasal ve sonuna kadar güvenli bir gizlenme yeriydi. Tengo yeni dünyasının coğrafyasını herkesten iyi kavradığı gibi, doğru rotaları seçmeyi de başarıyordu. Kimse peşinden gelemiyordu. Bu dünyada bulunduğu anlarda, gerçeklik dünyasının dayattığı kurallar ve ağır yükü unutup yok sayabiliyordu.
Matematik muhteşem bir bina duygusu yaratırken, Dickens'la özdeşleşen öyküler dünyası Tengo için derin, büyülü bir orman gibiydi. Matematik göz alabildiğine gökyüzüne yükselirken, orman gözlerinin önündeki düzlükte enginlere uzanıyordu. Ağaçların karanlık, sağlam kökleri yerin derinliklerine iniyordu. Orada bir harita olmadığı gibi, numaralandırılmış kapılar da yoktu.
İlkokul ve ortaokul yılları boyunca, kendini tamamen matematiğe vermişti. Çünkü oradaki berraklık ve mutlak özgürlük her şeyden çok daha çekiciydi ve yaşamını sürdürmesi için de gerekliydi. Fakat ergenlik çağına girdiği sıralardan itibaren, bunun tek başına yetersiz olduğu düşüncesi, içinde güçlenmeye başladı. Matematik dünyasına girdiğinde hiçbir sorun yoktu. Her şey istediği gibi yürüyor, önüne hiçbir engel çıkmıyordu. Fakat oradan ayrılıp da gerçeklik dünyasına döndüğünde (zaten dönmek zorundaydı), kendini tamamen aynı eski çaresizlik kafesinde buluyordu. Hiçbir şey düzelmemiş oluyordu. Aksine prangalarını daha ağırlaşmış hissediyordu. Öyleyse, matematik ne işe yarardı ki? Yalnızca anlık kaçışlar sağlayan bir araçtan öteye geçmiyordu. Hatta gerçekliği daha da çekilmez bir hale getiriyordu.
Bu sorular içinde büyüdükçe, Tengo kendisi ile matematik dünyası arasına bilinçli bir mesafe koyar hale geldi. Bununla birlikte, öyküler ormanı onu daha güçlü çekmeye başlamıştı. Elbette roman okumak da bir kaçıştan ibaretti. Kitabı kapattığı anda yine gerçekliğe dönmek zorundaydı. Fakat bir an gelmiş, Tengo romanlar dünyasından gerçekliğe döndüğünde, matematik dünyasından gerçekliğe döndüğü anlardaki ölçüde hayal kırıklığı yaşamadığını fark etmişti. Neden? Bu sorunun yanıtını uzun uzadıya düşünerek, nihayet bir sonuca ulaştı. Öyküler ormanında olgular arasındaki ilişki ne kadar açık seçik olursa olsun, net yanıtlar bulmak mümkün değildi. Öykünün rolü, kabaca söylenecek olursa, bir sorunu başka bir şekle dönüştürmekti. Bu hareketin niteliği ve yönü sayesinde, yanıt öyküde ortaya çıkıyordu. Tengo gerçeklik dünyasına, elinde bu yanıtla dönüyordu. Anlaşılmaz bir büyünün yazıldığı bir kâğıt parçası tutarmış gibi. Kimi zaman bu büyü yetersiz kalıyor, gerçeklikte hemen işe yaramıyordu. Fakat içinde olasılıklar barındırıyordu. Bir gün o büyüyü çözebilirdi. Bu olasılık, Tengo'nun yüreğinin derinliklerine işleyen bir sıcaklık haline geliyordu.
Yaşı ilerledikçe öykülerde bulduğu yanıtlar Tengo'nun ilgisini daha çok çekmeye başlamıştı. Matematik, artık bir yetişkin olduğu şu günlerde bile onun için bir sevinç kaynağıydı. Dershanede öğrencilere matematik öğretirken, çocukluğunda hissettiği aynı tutku kolayca içinde canlanıveriyordu. O dünyanın hissettirdiği özgürlüğü birileriyle paylaşmaya can atıyordu. Muhteşem bir şeydi. Fakat Tengo artık, formüllerin yönettiği dünyaya çekincesiz bir şekilde giremez hale gelmişti. Çünkü o dünyada ne kadar enginlere giderse gitsin, aradığı yanıtı bulamayacağını anlamıştı. - Neden sonra kızın ağzı yavaşça açıldı; Little People çıkmaya başladı. Çevrenin durumunu kolaçan ederek dikkatle birer birer kendilerini göstermeye başladılar. Yaşlı kadın uyanacak olsa onları görebilirdi, ama derin bir uykudaydı. Uzunca bir süre uyanacak gibi de durmuyordu. Little People bunu biliyordu. Little People toplam beş kişiydi. Tsubasa'nın ağzından çıkıp geldiklerinde, Tsubasa'nın serçeparmağı büyüklüğündeydiler, ama dışarı çıkınca katlanmış bir şeyin açılması gibi, vücutlarını kıvıra kıvıra 30 santim uzunluğa ulaştılar. Hepsinin üzerinde de özelliği olmayan giysiler vardı. Yüz hatlarında da belirgin bir özellik yoktu. Onları birbirinden ayırabilmek mümkün değildi. Yataktan usulca inip yatağın altından elma büyüklüğünde bir nesneyi çekip çıkardılar. Sonra onun çevresinde halka oluşturarak kendilerini kaptırmış halde o şeyi kurcalamaya başladılar. Beyaz, gergin bir şey. Ellerini havaya uzatıp, havadan çıkarttıkları beyaz, yarı şeffaf ipliği kullanarak, o nesneyi yavaş yavaş büyüttüler. İplik yapışkanlı gibiydi. Hangi arada olduysa boyları artık neredeyse 60 santime yaklaşmıştı. Boylarını istedikleri gibi değiştirebiliyorlardı sanki.
(...)
"Little People da, Pupa Hava da gerçekten var," demişti Fukaeri Tengo'ya. Kız, Öncüler adlı komünde kör keçinin yanlışlıkla ölmesine neden olup bunun cezasını çekerken Little People ile tanışmış, onlarla birlikte geceler boyu havadan pupa yapmışlardı. Bunun sonucunda kızın vücudunda önemli, anlamlı bir şeyler meydana gelmişti. - George Orwell 1984 adlı eserinde, senin de bildiğin gibi öyküyü Big Brother adını verdiği diktatörlük sistemi odağında kurmuştu. Aslında Stalinizmi alegorik bir şekilde anlatıyordu. Sonrasında, Big Brother toplumsal bir simge haline geldi. Bu Orwell'ın başarısıydı. Fakat şu an gerçekten yaşamakta olduğumuz 1984 yılında Big Brother artık çok ünlü ve görüldüğü anda tanınacak bir mevhum haline geldi. Şu an burada Big Brother denen şey ortaya çıkacak olsa, biz parmaklarımızla onu işaret ederek, 'Dikkat! Bu Big Brother!' deriz. Başka bir deyişle, bu gerçeklik dünyasında artık Big Brother'a yer yok. Onun yerine bu Little People ortaya çıktı. Sence de hoş ve ilginç bir tezat değil mi?
(...)
Bu yıl, tam 1984 yılı. Gelecek de, bir an gelir, gerçek haline dönüşüverir. Sonra hemencecik geçmiş halini alır. George Orwell, o romanının içerisinde geleceği totaliter dogmaların hükmü altına alınmış karanlık bir toplum olarak tasvir etmişti. İnsanlar, Big Brother denilen diktatör tarafından katı bir şekilde kontrol edilmektedir. İletişim sınırlanmış, tarih durmaksızın yeniden yazılmaktadır. Romanın başkahramanı bir resmi dairede çalışmaktadır. Yanlış anımsamıyorsam sözlerin yerine yenilerinin yazılmasından sorumlu dairede çalışıyordu. Yeni tarih ortaya çıkınca eski tarih tümüyle geçersiz olur, bununla birlikte sözcükler de yeniden üretilerek o an kullanılan sözcüklerin anlamı da değiştirilir. Tarih, çok sık değiştirildiğinden zamanla neyin gerçek olduğunu kimse anlayamaz hale gelir. Ortalıkta kim düşman kim dost, o bile anlaşılmaz artık. İşte böyle bir öykü.