- "Eğer ıstıraplarımız birisine yarayabilseydi, bir fedakarlık yapmış olmak düşüncesiyle kendimizi teselli ederdik."
- "Eğer ıstıraplarımız birisine yarayabilseydi, bir fedakarlık yapmış olmak düşüncesiyle kendimizi teselli ederdik."
- Madam Bovary, bir esin kaynağıdır; neredeyse yüz elli yaşındaki roman, sanki bugün yazılmış gibi tazeliğini korur. 19. yüzyıl romanlarının karışık, ana konuyu geniş bir çerçeve içinde ele alan, çapraşık örülmüş yapısına alışkın okuyucular, aynı yüzyıldan yine konuyu yan ögelerle besleyen ve zorlayıcı bir olay örgüsüne sahip ama tüm bunların, kitaba aynı anda hem kırılganlık hem de sağlamlık kazandıracak kadar mükemmel bir düz yazı üslubuyla sarıp sarmalandığı bir romanla karşılaştıklarında çok şaşıracaklardır.
Flaubert, bir zina öyküsünü ele alır ve onu kendi içinde bulunduğu taşralı sıradan küçük burjuva dünyasının sıradan, bayağı bir unsuru olarak sunar ama aynı zamanda da onu güzel, aşağılık, melankolik, neşeli kılar; basmakalıp sözlerin ne gizleyebileceği ne de tam olarak ifade edebileceği bir duygu karmaşasının ve çılgıncasına bir o yana bir bu yana koşuşturan heyecanların içinde dizginsiz dolaşır.
Kendisini boğan bir evliliğe kıstırılmış güzel Emma Bovary, bir solukta okuyup bitirdiği aşk romanlarında rastladığı büyük heyecanları arzular. Yaşantısı, kocası, hayalleri ona yetmememektedir; ardı ardına iki sevgili bulur ama onlar da genç kadının arzularını tatmin etmeyi başaramazlar. Satın aldığı çeşit çeşit nesneleri tatmin aracı olarak kullanır; bunlar da arzularına derman olmayınca borç ve umutsuzluk içinde intihar eder.
Flaubert, Emma Bovary'yi aşağılamaz; ona duygusal yaklaşma, ahlâk dersi verme ya da onun mutluluğuna veya umutsuzluğuna kahramanlık muamelesi yap-ma yoluna da gitmez. Kesin ve duygusallıktan uzak ama yine de çekici, neredeyse büyüleyici nitelikteki, üçüncü tekil kişi ağzından düz bir dille yapılan anlatım, yazarın mesafeli tutumuyla tüm olanları aşağılar ve ay-rıntılara cömertçe özen gösterişiyle hepsini birden yüceltir. Sonuçta ortaya, sadece Emma Bovary açısından değil roman açısından, yazım tekniği açısından da zengin bir olay, durum, ilişki örgüsü çıkar. Bir şeye böylesine büyük bir özen gösterilmesi için o şeyin çok değerli olması gerekir. Flaubert, romanı değerli kılar. - Çile'yi dinlerken ağladı. Neden çarmıha germişlerdi onu? O ki çocukları seviyor, kalabalıkları doyuruyor, körleri iyileştiriyordu ve iyi yürekliliğinden ötürü yoksullar arasında, bir ahırın gübreleri üstünde doğmak istemişti!
- Başkalarının yaşamına katılma gereksinimi, onu kente inmeye itiyordu. Ama insanların hayvana benzeyen suratları, işliklerin gürültü patırtısı, konuşmaların kayıtsızlığı yüreğini donduruyordu.
- Kalbimin içindeki tam bir kaostu, devasa bir uğultuydu, bir delilikti. (Sayfa 57)
- Bana yeniden yaşamam, insanların arasına karışmam gerektiği söyleniyor!... Peki ama, kırık dal nasıl meyve taşıyabilir? Rüzgarların kopardığı ve tozların içinde sürüklediği yaprak nasıl yeniden yeşerebilir? Peki, bu genç yaşta bunca keder niye? Ne bileyim! Böyle yaşamak belki de kaderimde vardı... Yükü taşımadan bezmek, koşmadan nefes nefese kalmak...
- Derin bir ironiyle birleşen bu yakıcı derecede tutkulu kişilik, yaman ve bakir bir yaradılışa kuvvetli bir şekilde etki ediyordu.
- Ve üstelik, bütün bunların üstünde, herkesin kendi ucunu çekiştirdiği ve elinden geldiğince örtündüğü bir örtü var. Acı komedya! dehşet! dehşet!
- Ve kendime ait küçük neşelerim var, bir hapishanenin parmaklıkları arasında batan güneşin ışıkları gibi, hala gelip tecridimde beni ısıtan çocukluk kalıntılarım var: Bir hiç, en küçük bir fırsat, yağmurlu bir gün, pırıl pırıl bir güneş, bir çiçek, eski bir mobilya, bana bir dizi anıyı hatırlatıyor, hepsi gelip geçen, belirsiz, gölgeler gibi silik anılar... Çayırlardaki papatyaların ortasında, otların üstünde çocuk oyunları, çiçek açmış çalıların arkasında, altın sarısı üzümleri olan asmalar boyunca, kahverengi ve yeşil yosunun üstünde, geniş yaprakların, serin gölgelerin altında; ilk yaşların anıları gibi sakin ve gülen anılar, yanımdan solmuş güller gibi geçiyorsunuz.