- Sokağa bir ad verir, tabelayı uygun bir evin dış duvarına asardınız. Tabelada, "Ayak sesleriniz de olmasa, var olmadığınıza sizi neredeyse inandıracak bakışlar sokağı" yazardı. Ayak seslerinize rağmen, harcandığınız mekanlar da vardı. O mekanlara uğramazdınız.
- Hikayeye göre adam, kadını çok seviyor, sevdikçe ruhu büyüyor, ruh eve sığmıyor, sabahları kadından önce uyanıp evden tüyerek, şehrin uzak bir köşesine gidiyor, elleri kıçında oraya buraya takılıyor, birileri ile tuhaf muhabbetlere giriyor ve her akşam kadından önce eve dönüp, günün hikayesini yazıp, görülebilecek bir yere iliştirip, yine arazi olup, ta ki gece yarısı, uyumakta olan kadının yanına sokulup, birbirlerini bir güzel sevip ve adam, sabahın kör vakitlerinde, yine sevişmelerle bitecek bir gece için erkenden sokaklara süzülüp...
- Dünyanın bütün Kızılderilileri yenilir, Spartakus kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denilen hergele, her filminde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım. Nedenimi bilmez ağlardım. Ağladıkça Sadri'ye kıl kapar, gıcık olurdum. üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine,bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri'nin bu mecburiyetlere giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine...
- "Her şeyin iyi gittiğini nereden çıkarıyorsun?" dedi. "Herif rüzgarı kendinden menkul uçurtmanın teki. Ara sıra tellere takılır gibi kadına geliyor gece yarısı." "Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku." dedim. Tırsmaya başlamıştım. Haklı olabilirdi. "Evet, biraz sapık ve tek taraflı bir tutku." dedi, arkasını dönüp gitti.
- Bir şey içime oturmuş kalmıştı. Yok olmak, toz olmak istiyordum. Varlığım orada olmamalıydı. Gelip beni alsalardı. Uzaydan bir yerlerden gelselerdi. Sessiz sedasız kaybolsaydım. Yerime Kız Kulesi'ni bıraksalardı. Ne alakaysa?
- "Aynadaki kadın benim zıttım." demişti. "Ben ne kadar ev haliysem o, o kadar sokak. Ben sokulgan isem, o başını alıp giden. Ben gündüzüm, o gece... Çapkın, güçlü, özgür..."
- Bunu denemiş, elimi uzatmış, işi şakaya vurarak; "Denize düştün de, sarılma mı dedik?" demiştim. Elimi tutmamış, kendini suya bırakıp, "Bırak beni gideyim," demişti.
- "Aslında tam diye bir şey yoktur," dedim, "Her tam, bir üst yarımın alt basamağıdır. Yani yarım da bir bütündür."
- "Müzeyyen," dedim, içimden, "Niye yaptın bunu? Ne gereği vardı? Niye?" "Gerek" lafı sinyal lambası gibi üç kere yandı söndü. "Niye?" dedim. "Yanlış kelime," dedi bir tarafım. Bir, "Niye?" daha dedim. Önce, "Niye?" adında yeni bir takıntı türü icat ettiğimi düşündüm. Sonra da bunun bir gerzeklik hali olabileceğini: "İki kere iki dört." "Niye?" "Güneş batıdan batar." "Niye?" "Sen gerzek misin?" "Niye ulan, niye?" Alnımızda "Her nevi yanık yara tedavi edilir" mi yazıyordu? Nöbetçi eczane mi açmıştık? Kaporta mı tamir ediyorduk? Niye?
- Çocuk, kapının yüksek ve ağır kanadını zorlukla açıp dışarı çıktı. "Nereye gidiyorsun çocuk," dedim içimden, "Büyümeye mi?"