- Bir şeyin gerçekte öyle mi olduğu yoksa bana mı öyle geldiği konusu her zaman kafamı karıştırırdı.
- Her şey benden önce olmuşsa, bana olacak bir yer, durum kalmıyor muydu? Bana ait tek kişilik bir iskemle, oda yok muydu bu dünyada?
- Dünyanın bütün Kızılderilileri yenilir, Spartaküs kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denilen hergele, her filminde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım. Nedenimi bilmez ağlardım. Ağladıkça Sadri'ye kıl kapar gıcık olurdum. Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri'nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine...
- Ses tonlamalarına takılırdım. Sesler her şeyi söylerdi.
- "Ayna," dedim, "seni bölük bölük bölerim." "Denememeni tavsiye ederim," dedi, "bölünerek çoğalırım ve çoğaldıkça fazla suret veririm, hoşuna gitmez."
- Ben sözlerden değil, bakışlardan tırsardım.
- Adama sorarlardı: "Kim ikiye böldü dostum seni?"
- Gidenlerin bazıları kan kırmızı bayraklara sarılı tabutlarla döndü. Televizyonlar, tabut başında acı ile yıkık insanlar getirdiler ekranlarına. Erkekler, kahvehanelerde haberleri izlediler. Birinci dereceden maaşlı devlet memurları "gak guk" dediler kameralara. Onlat dudaklarını oynatıp bazı kelimeler sarf edince, ölüm "şerefli bir vazife ", hatta "kutsal" bir şey oldu. Böylece kabulü kolay oldu. (Sayfa 12)
- saray uyur, burnu uyur, şehir uyur, martılar uyumazdı.
- "müzeyyen," dedim, "sende hicran yarasından derin yara mı var ?"