- Güntülü biraz düşündükten ve eliyle saçlarını o zarif hareketle düzelttikten sonra ahenkli sesi ve düzgün söyleyişiyle bir şiir okumaya başladı:
Sevda gibi bir gizli emel ruhuna sinmiş;
Bir haz ki hayalden bile üstün ve derinmiş.
Gökten gelerek gönlüne bir rüzgar gibi inmiş;
Öyle bir sır ki bu, ölsen bile açamazsın...
Anlatması imkansız olan öyle bir an ki,
Hülyadaki ses varlığının gayesi sanki...
Bak emrediyor: Daldığın alemden uyan ki
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın... - - Prensesim, dedi. Bunun klasik bir tek çaresi var. Fakat o çare de hemen daima nazari kalmıştır.
-Nedir?
-Işığı bastıracak daha parlak bir ışık...
-Öyle bir ışık var mı?
-Var. Fakat o kadar yüksekte ki düşünmek bile çılgınlık olur.
Leyla gözlerini Pusat'a dikerek bir kaç saniye baktı. Sonra kendisini dayanılmaz derecede güzelleştiren gülümseyişiyle:
-Müsaade ediyorum. Beni sevebilirsiniz! dedi. - İnsanlar, babalarıyla analarının dağ gibi ümitleriyle dünyaya geldikten sonra denizler gşbş ümitsizlikler içinde boğularak kaybolup gidiyorlardı.
- Yataktaki son günüydü. İzni bittiği için ertesi günü vazifeye başlıyacaktı. Tosun her zamanki masum tavrıyla odaya girerek babasına bir mektup uzattı.
Selim mektuplara karşı oldum olası meraksızdı. Okumak için acele etmez, kimden geldiğini anlamaya istek duymazdı. Yine öyle oldu. Zarftaki yazıya baktı. Tanımadığı bir yazıydı. Mektubu açtı. Ne garip şey! Bu bir şiirdi ve altında kendi imzası vardı. Dikkatle baktı: Hem de kendi el yazısıyla yazılmıştı. Şiiri içinden okumaya başladı:
Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem, bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi alevden?
Sen istedin, ondan bu gönül zorla tutuştu...
Gün senden ışık alsa da bir renge bürünse;
Ay secde edip çehrene yerlerde sürünse;
Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...
Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!
Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince
Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince
Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım,
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.
Gözler ki birer parçasıdır senden İlahın,
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,
Vur şanlı silahınla, gönül mülkü düzelsin;
Sen öldürüyorken de, vururken de güzelsin!
Bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden,
Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden...
Hasret sana ey yirmi yılın taze baharı,
Vaslınla da dinmez yine bağrımdaki ağrı.
Dinmez! Gönülün, tapmanın, aşkın sesidir bu!
Dinmez! Ebedi özleyişin bestesidir bu!
Hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı.
Görmek seni ukbadan eğer mümkün olaydı.
Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,
Tek bendeki volkanları söndürse denizler!
Hala yaşıyor gizlenerek ruhuma "Kaabil"
İmkan bulunsaydı, bütün ömre mukaabil.
Sırretmeye elden seni bir perde olurdum,
Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.
Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur;
Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik... - - Ben, Selim Pusat'ın milletini yaratan adam. Asıl adımı unuttum. Şimdikiler bana Tanrıkut Mete diyorlar. Selim Pusat benim ordumda da bir yüzbaşıydı. Börü boyundan Kayı adında bir yüzbaşıydı. Bu Yüzbaşı Börü Kayı, sevgilisini hedef yaparak okla vurması için verdiğim buyruğa baş eğmediğinden idam olundu. Bir asker, aldığı buyruğu yapmazsa o hiç bir şey değildir. Görüyorum ki iki bin yılı aşkın bir zamandan sonra ruhu Selim Pusat'ta tecelli ederek yine bir kıza tutsak olmuştur. Suçludur. Er kişiler vuruşmak için doğarlar. Kızlara tutsak olmak için değil...
- Onlara doğru bir adım atarken kalbi duracak gibi oldu. Çünkü Şeref'in yanında bir beşinci kılıçlı daha peyda olmuştu. Üzerinde pırıl pırıl bir yüzbaşı üniforması taşıyan bu adam.. Evet, belli belirsiz gülümseyen bu adam kendisiydi. Harb Akademisi'nde başına felaket gelmeden önceki dinç haliyle ta kendisiydi. Kılıcıyla selam verdi:
-Aslında sen nefsinle vuruşacaksın! dedi. Günahkarsın... Düşmek bir şey değildir. Kalkamamak, düşkün kalmak korkunçtur. Hani sen kıralcıydın? Bu fikir için hayatını zehir ettikten sonra kıralcılığın adını dahi bilmeyen bir kız için kendini neden girdaba attın? Şeref'in durmadan kanayan yüreği bile seni doğru yola getiremedikten sonra yaşayıp da ne yapacaksın? Şeref ölmemiştir. Ölü olan sensin. Burada bunu tescil edeceğiz. - Bütün mezarlık ziyaretçileri gibi Çakır da filozoflaştı. Dünyanın,hayatın boşluğunu ve
mânâsızlığını düşündü. ?sa Beğ'i hatırladı ve içlendi.
Ellerini açarak bir Fatiha okudu. Ölümün,erken veya geç değişmez bir kader olduğunu içinden tekrarladı. - Osmanlılar ne Birleşik Haçlılardan çekinirler, ne de yeni bir Aksak Temür Beğ'in çıkmasından telaşa
kapılırlardı. Fakat bir Osmanlı Şehzadesi'nin meydana atılmasından büyük bir huzursuzluk duyarlardı.
Osmanlı ancak Osmanlı'dan korkardı. - İkisi de yaralı oldukları için hızlı gidemiyorlardı. Fakat yolları geçip tepeleri aştıkça açılıyorlar,yaralarını
unutuyorlardı. Unutulan yara daha çabuk iyileşir. İki arkadaşınkiler de böyle oldu. - - Masaldaki Şeytan'ı aldatan yedinci kızın,hani şu kalbi olmayan kızın adı yok mu ?
Kara Çoban,yüzünü göğe çevirerek bir şey arıyormuş gibi bakarken cevap verdi :
- Olmaz olur mu ? Masalda da, gerçekte de kalbi olmayan bütün kızların adı Gökçen'dir!...