- Yıllarca önce, İlteriş Kağan Türk sancağını yeniden kaldırdığı zaman, kocamış demircinin, Kür Şad'ın
oğlu için yaptığı kılıç, sahibi bulunmadığı için kendisine, yani Kür Şad'ın torununa verilmişti. Taçam
şimdi kılıcını daha çok seviyor, onu hiç yanından ayırmıyor, babasının yıllardır niçin gülmediğini artık
daha iyi anlıyordu.
Kür Şad'ın torunu olmak!... Bu ne büyük bahtıyarlık, ne kutlu bir gerçekti! Taçam, Bozkurt ocağının bir
tegini olduğu için değil, Kür Şad'ın torunu olduğu için seviniyor, övünüyordu. Yukarıda mavi gökle
aşağıda yağız yer yaratılalı nice kahramanlar gelip geçmişti ama Kür Şad gibisini, şüphesiz,
zamanlardan hiçbir zaman ve kişi oğullarından tek bir kişi görmemiş, bilmemişti. - Ay ışığı altında Taçam'ın yüzü korkunç bir ıztırap anlatıyor, bir yandan babasının bıraktığı bıçağa, bir
yandan da batıya bakıyordu. Bir şey söylemek istediği belli oluyordu.
Ersegün onu yeniden sarsarak bağırdı:
- Nereye gidiyor?
O zaman bir şey oldu: Artık bir daha konuşamıyacağı sanılan Taçam'ın korkunç, gür bir sesle,
boğazlanan bir insan gibi haykırdığı işitildi:
- Ölüm Uçurumu'na gidiyor!...
Bu sözler ortalığı bir anda allak bullak etti... - Ay yükselmiş, göğün tâ tepesine gelmişti. Bozkırlıların keskin gözleri önlerindeki atın binicisiyle
kucağındaki ölünün gölgesi artık seçilebiliyordu. Fakat o ardına bir kere bile bakmadan, belki
kovalandığını dahi bilmeden batıya doğru yol almakta devam ediyordu. Bağrına bastırdığı sevgilisi
sanki ölmemişte yaralıymış gibi atın üzerinde onu en iyi şekilde tutuyor, gönlünden gelerek kollarına
giden gücünün verimiyle onu kavrıyarak meçhule doğru akıyordu. Ay Hanım'ı tutuşunda yalnız sevgi ve
şefkat değil, büyük bir saygı da vardı ve muhakkak ki, ölmüş olmasına rağmen kağan kızı bunu
duyuyordu.
Sonsuz bozkır.... Ayın ilâhî ışıkları ve atların ahenkli nal sesi... - Urungu bir defa daha Ay Hanım'ın yüzüne baktı ve bu sefer gözleri orada takılı kaldı. Bu ilâhî yüze
bakan gözler yaşlıydı. Yaşlı gözlerini göğe kaldırarak Tanrı ile konuşuyormuş gibi:
- "Bozkurtlar dirilirken Ay Hanım da yaşasaydı ne olurdu" diye fısıldadı.
Sonra görülmedik bir şeye takılan gözlerin mânâlı ışıltısı ile ileriye bakarak atını mahmuzladı. At son
bir atılışla fırlarken Ay Hanım'ı deminkinden daha sıkıca kendine doğru çekti. Dudaklarını hiçbir
zamanın görmediği, hiçbir çağın göremeyeceği o ilâhî yüze değdirerek öptü ve hâlâ sıcak olan mehtap
kadar, güneş kadar güzel olan yüzden ayırmadan, bir an içinde bütün mazisini yıldırım hızıyla
hatırlayıp "hoşça kal Ötüken" diye düşündükten sonra kendisini boşluğa bıraktı... - Düştüğünü görünce Ersegün'den başkaları ona doğru davrandılar. Yüzbaşı Ezgene, babasının başını
kaldırarak koluna yasladı. Pars geniş geniş soluyor, sol eliyle yüreğini bastırıyordu. Gözlerini zorla açık
tutarak:
- "Ölüm Uçurumu her yıl bir erkekle bir kadını alır. Bu onun değişmez yasasıdır" dedi. - ''Dünya çok değişti. Galiba fabrika bacalarından ve arabalardan çıkan zehirli gazlar havanın terkibine iyice karışarak insan şuurunda kötü tesirler yaptı. Her zaman için geçerli olan manevi değerlerin bu kadar değişmesini başka türlü açıklamaya imkan yok. Eskiden insanları utançla kızartacak olaylar karşısında adeta gururla duranlara baktıkça başka nasıl düşünülebilir.
- Mâziyi unutsak bile mâzi kökümüzdür,
En tatlı gülen yüz bize mâzideki yüzdür.
Geçmişte yatar şanlı zaferler, nice haklar!
Tuğrul Beğ'i, Alp Arslan'ı mâzi bize saklar!
Mâzideki bir şanlı fasıldır Kılıç Arslan!
Kâfirlere bir sor ki nasıldır Kılıç Arslan!
İnsanları yüksekte tutan: Hâtıralardır!
Can verdiğimiz şanlı vatan: Hâtıralardır! - Bilsin cihan ki ben bu cihanın nesindeyim,
Bir ülkünün mehabetinin zirvesindeyim.
Dünya denen mezellete dalsın her isteyen,
Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim.
Herkese bir özleyişle yaşar... Ben de öylece
Altaylar'ın ve Tanrıdağ'ın çevresindeyim.
Merdanelikle şöyle bakıp ayrılıklara
Son menzilin hüzün dolu kâşanesindeyim.
Artık veda zamanına pek fazla kalmadı;
Yorgun ve kimsesiz ölümün bahçesindeyim.. - Bilsin cihan ki ben bu cihanın nesindeyim,
Bir ülkünün mehabetinin zirvesindeyim.
Dünya denen mezellete dalsın her isteyen,
Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim.
Herkese bir özleyişle yaşar... Ben de öylece
Altaylar'ın ve Tanrıdağ'ın çevresindeyim.
Merdanelikle şöyle bakıp ayrılıklara
Son menzilin hüzün dolu kâşanesindeyim.
Artık veda zamanına pek fazla kalmadı;
Yorgun ve kimsesiz ölümün bahçesindeyim.. - Biz güleriz Façyoların felsefesine,
Dayanır mı kırkı bir tek Türk efesine?
Bizim yanık Fuzuli'miz engin bir deniz!
Karşısında bir göl kalır sizin Dante'niz!