- Bilmem dikkatinizi çekiyor mu; etik kelimesi günlük dilden (yazı ve konuşma) ahlâk kelimesini neredeyse kovdu, çıkardı. Neden acaba? Öküz altında buzağı aramadan ilk ağızda şunlar söylenebilir: Ülkedeki yabancı dil hayranlık ve hakimiyeti; sözü etkili kılmak için cümle aralarına serpiştirilen yabancı kelime düşkünlüğü bunu tetiklemiş olabilir. Böyle prestij olan (bakın ben dahi kullandım, yerli yerinde) binlerce kelime var: "Risk" gibi "finans" gibi vb. Dil bahsine dalmadan konuya dönelim. İkinci sebep ve bence asıl sebep ahlâkın din çağrışımlı olmasındandır. Konuşanlar ve yazanlar nedense bundan uzak duruyor, güya nötr bir söylemi tercih ediyorlar. Öyle ya ahlâk denilince (bilhassa ülkemizde) Allah, peygamber, cennet-cehennem peşi sıra gelecektir. Etik, bir hamlede bunları saf dışı ediyor ve aslında daha da önemlisi pek de anlaşılmadan muğlak bir ifade getirerek işi yumuşatıyor. O kadar yumuşatıyor ve hatta eğip-büküyor ki; bazı Türkçe fukaraları "şık" mânasına dahi kullanıyorlar. Misal: "Başkanın yerinden kalkıp olaya müdahalesi hiç etik olmadı." s.37
- Modern hayat teknoloji ile el ele verip dünyamızı ve insanları kılcal damarların vücuda yayılışı gibi ele geçirmiştir. Her şeyin bir şeyle ilgisi vardır. Mesela ben öteden beri ağzımda bir söz geveleyip duruyorum. Türkiye (insanımız) bir yandan modernleşiyor öte yandan dindarlaşıyor. (Bu yıl oruç tutanların oranı %85'e çıkmış). Bilim adamları, sosyologlar, sanatçılar bu can alıcı oluşum üzerinde durmuyor. Durmayınca da insanları anlayamıyor. Tophane'de bir bardak suda kopartılan fırtına bu yüzden sağlıklı olarak değerlendirilemedi. Mesela üniversiteli bir kızımızın üzerinde kot pantolon, kalçaları örten uzun bir mont ve ayaklarında Convers var. Ama başı örtülü. Kulağında ipod veya mp3 player müzik dinliyor, muhtemelen yabancı dilde, elinde tasavvufa dair bir kitap. Ailece Umre'den yeni gelmişler, ama henüz yaz ve tatil bitmediği için deniz kıyısında kendilerine uygun bir otele gitmeyi planlıyorlar. En azından erkekler için ayrı, kadınlar için ayrı havuzlardan birinde yüzecek; gece sahilde dolaşacak, çekirdek çitleyecek yakınlardaki tarihî mekânları gezecekler. Güz gelince televizyon dizilerine dalacaklar. Bu dizilerin umum ahlâka aykırı olduğunu hissederek, kanal değiştirecekler. s.55
- Selimiye Camii'nin vücut bulması için beş yüz yıl geçmesi icap etti. Biz de modernizmin (gökdelenin) hegemonyasından çıkmak, modern camiler inşa etmek için bir o kadar bekleyecek miyiz? Allah bilir. s.63
- MASAL VE RÜYA ?.Masallara düşman oldular, folklor ölmüştü, şifalı bitkiler ?kocakarı ilacı? diye alay konusu edildi. Sözün özü eski dünya, eski günler pılını pırtısını toplayıp hayatımızdan çekip gitti. Geriye dönüp bakmak günahtı sanki, sanki biri gayriihtiyarî geriye dönüp baksa taş kesilecek, donacaktı. ?. Masallara dönelim ki çiçekler koksun, su şırıldasın, bülbül ötsün?. ?Eski dünya dediğimiz şey bir çam kozalağıdır, yeni sağılmış süt kokusudur, çimen yeşili ve yün kuşaktır. Bu nedir? Bu hayattır. Masal ile, rüya ile, dua ile irtibatı olan şeydir. Keloğlan padişahın kızını alır. Şaşılacak bir şey yoktur bunda, sevimli bir taraf vardır. Henüz ozon delinmemiştir, borsada yükselen kâğıtların ne mânaya geldiği bilinemez. Masal çocuğun kulağına hayatın hikmetini fısıldar. Bunun bilimsel bilgi ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu bülbül sesi, su şırıltısı, bulut gülümsemesi, kuzu melemesi gibi bir şeydir. Uğurböceğinin parmak uçlarında gezinip gezinip aniden uçmasıdır. Hayat dediğimiz şey ise zaten kuzukulağı, patlangaç mısır ve reçel kavanozundan oluşmuştur; tadılır, anlaşılır. Masal, hayatı uykuya taşır. Çocukların gözleri pembe-beyaz anne yüzlerine baka baka kapanır. Hayatın uykudaki boyutunda rüyalar başlar. Uykudan önce, uykudan sonra diye bir şey kalmaz. Zaman yekpare bir çayırlık gibi uzanıp gider. Çayırda genç taylar, tazılar, ceylanlar, ibibikler, derecikler ve çocuklar bi koşu tutturur. Böyle rüyalar gören çocuk uyandığında pencereye gider. Dışarda rengarenk bir yağmur, bulutlar ağaçlarla sarmaş-dolaş. Masallara boşverdiğimiz günden bu yana rüya göremez olduk. İp koptu, zaman uçtu, hayat köşebucak bir yerlere saklandı. Uykularımız kâbuslarla donatıldı. Aydınlık bir yüz gördüğümüzde ilk aklımıza gelen cümle ?Sırıtma lan? oluyor.
- Yalnızlıktan korkar, yalnız yaşardı. ?. Seyfettin?i severdik? Çünkü çizgiden çıkan bir yanı vardı. Biraz şairdi, Japon estamplarına, bitpazarı antikalarına tutkundu. Naz çeker, gözyaşı siler, dert dinlerdi. Kendisi için bir hayat kurmaya, onu başkalarından kıskanmaya, insanlarla arasına bir mesafe koymaya çalışmadı.
- ?Sabahı beklemeyiniz dostum, geceden yola çıkınız. Olur ki uyuyakalırsınız. Sırtınızdaki çıkında ebedi gayenin dürülmüş azıkları varsa ne mutlu size. Gece serindir, yapraklardan süzülen yel gözlerinizdeki yaşları kuruturken, ruhunuzda kainatın derin serinliğini taşıyarak sabaha doğru yürüyüp fecri başlatınız. Cemiyetin vahşi, zehirli bitkilerle dolu, her dalında uğursuz baykuşların manasız telkinler yaptığı sık ağaçlı ormanlarında çetin yolculukların başlangıcı için sabahı beklemeyiniz. Sabahı beklemek öğleni, öğleni beklemek akşamı beklemek gibi bir ruh gevşekliğini doğurur. Beyninizi tırmalayan zaruretleri mi hatırlatıyorsunuz? Evet hayatın zaruretleri ayaklarımıza dolanmış zincirlerdir ve ıstıraplarımıza çeşni katarlar. Fakat bu vahşi sahayı geçmek için hiçbir zaruret kafi bir mazeret değildir. Ruhumuzu aldatmayalım, ebedi gayeye ihanet etmiş oluruz. Durduğumuz noktada inançlarımızın eskidiğini, yabancılaştığını hiç tecrübe etmediniz mi? En acı kayıp budur: Gerilemiş ruhların mütemadiyen tavizler vererek hayatla, zaruretle uyuşmaları.. Filozofun öğüdü takip edeceğimiz en esaslı metottur: "Uzun yolu seçiniz??