- Tekdüzedeki çeşitlilik, zenginlik. Yoksulluğun, yoksunluğun acısı. Gitmek istediğinde seni bırakmayan. Elinden kolundan değil, içinde, yüreğinde seni kavrayan, kendine çeken, bırakan, sonra yeniden, yeniden, yeniden...durmaksızın yağan kar gibi. Karın üstüne yağan kar gibi. Erimeyen, Biriken.
- Ortak dilin, ortak sözcükler demek olmadığını biliyordum.
- Öyle anların var ki, sanki dünyada hiçbir şey yok. Sanki kendin bile yoksun. Nasıl başarıyorsun bunu? Eskiden, buraya gelmeden önce de böyle miydin, yoksa bizim aramızda mı böyle oldun? Bu dağ havası, bu kar, bu kış kıyamet, bu sessizlik, bu yoksulluk, bu çaresizlik mi seni böyle kıldı? Oturduğum döşekten kalktım. Sobanın üstündeki demlikten bir bardak Halit'e, bir bardak da kendime çay koydum. Bardağını uzatırken sordum: 'Bir şey mi dedin?' 'Hayır' dedi Halit. 'Öyleyse bir başkası konuştu' dedim. 'Herhalde, dedi Halit. Ama ben bir ses duymadım.' Gülüştük.
- Kurak yollar, çatlamış topraklar, kurumuş dikenler, otlar, makiler, çiçeksiz, meyvesiz, yabani ağaçlar, düşsüz uykular, el değmemiş kadınlar, bilenmiş bıçaklar, dağdaki ateşler, kaçan bir tilki, vurulmuş bir dağ tavşanı, eline değen bir el, bir ağıt, ölen çocuklar, iki ağıt, radyodaki haberler, aldığın mektuplar, öğrendiğin üç beş sözcük, öğrettiğin üç beş sözcük, bir tepside gelen sıcak yufka ekmek, yanında otlu peynir, gözleri gözlerinde bir genç kız, kişneyen bir at, uluyan bir köpek, sonra ikincisi, sonra üçüncüsü, sonra köpeklerin tümü, soran köyü saran kurt sürüsü, tümü, tüm renkleriyle, varlık ve yokluklarıyla ve genzimi yakan o insan kokusuyla burda, otobüste yanı başımda, benimle birlikte geliyordu.
- SES -Kim ölmüş? dedi bir ses. -Kim öldürmüş? dedi bir başka ses. -Kaç kişi ölmüş? dedi bir üçüncü ses. -Ne zaman öldürmüşler? dedi tanımadık bir ses. -Öldüren de ölür, dedi tanıdık bir ses. -Üç de çocuk, dedi değişik bir ses. -Beş de kadın, dedi aynı ses. -Nereye gidiyoruz, diye sordu yaşlı bir ses. -Bilmez gibi konuşma, dedi genç bir ses. -Vallah bilmez, dedi son ses. Çünkü onunla birlikte, gözünü kapamadan önce gördüğü dağın doruğu da öldü evin penceresi de öldü havlayan köpek de öldü çeşmenin akan suyu da öldü rüzgarda salınan kavaklar da öldü eriyen kar da öldü ve en son güneş öldü...
- Yaşamamış gibi yaşıyorlar. Onlara acıyorum, ama elimden hiçbir şey gelmiyor. Yazık bu çocuklara! Yazık bu vatana!
- Garip bir dönemde yaşıyoruz. Bunun bilincindeyim. Ortada bir kavga var. Niçin'ini, Neden'ini. Anlıyorum. İster istemez böyle olacaktı. Kaçınılmazdı. Gidişatımız böyleydi. Bunları görmemek, anlamamak için kör olmak gerekirdi. Anlıyorum. Ama ne yazık ki elimden hiçbir şey gelmiyor.
- Kaptansız bir gemideyiz. Hiç kimse nereye gideceğimizi bilmiyor. Amaçsızca gökboşluğunda kanat çırpan kuşlar gibi ordan oraya gidiyoruz. Ama çaldığımız tüm kapılar kapalı. Vardığımız her yer, boyumuzu aşan bir duvar. Deliksiztaş bir duvar. Ardında neler olup bitiyor, bilen yok.
- Bence yaşam, her geçtiğimiz gün, anlamını değiştiriyor. Bu anlamı bulup çıkarmak, ona göre bir durum almak zorundayız gibime geliyor. Yani geleceğimiz için. Yani yurdumuzun geleceği için. Yani hepimiz için. Bilmiyorum, yanılıyor muyum, ben böyle düşünüyorum. Düşüncemi söylüyorum.
- Yazmasını bilmem ben. Bugüne değin mektuptan başka doğru dürüst bir şey de yazmadım... Fakat çok iyi anlatabilirim. Yazmaya gelince, daha zor oluyor bu. Örneğin, bugün gördüklerimi anlatmam kolay, ama yazmam güç. Bu aradaki fark nereden geliyor?