- Tende beden, bedende can taşıdıkça, bu dünyada yaşadıkça, hayat yolunun önündeki engelleri aşmaya, kaldırmaya çalışacaksın, arkadan omuz vereceksin. Başka türlü olmuyordu. Ne var ki, her omuz vuruşta, hayat arabasının tekerleği omuzunu bıçak gibi yaralıyor, yara üstüne yara, derken omuzu nasır tutuyor. Eğer yaptığın işi seviyor, meyvasını da alıyorsan, nasırların hiç önemi yok. Şikayet etmezsin, memnun olursun.
- Gün boyu bağlı duran at, taypalma bir yorga olduğunu gösterdi, çok düzenli ve hızlı bir koşu tutturdu. Karanlık yolda, kurulmuş bir oyuncak araba gibi fırlamış, hızını kesmeden koşuyordu. Eski tutku ve özelliklerinden kala kala bu taypalma yürüyüşü kalmıştı. Başka tutkularının hepsi yok olmuştu. Sırtındaki biniciden ve yürüdüğü yoldan başka bir şey düşünemesin diye, insanlar onu başka her tutkudan mahrum bırakmışlardı. Şimdi Gülsarı'nın tek tutkusu koşmaktı. Böyle hızlı koşarak insanların ondan aldıkları şeylere yetişecek, onları yakalayacaktı sanki. Ama hiçbir zaman ulaşamıyordu onlara.
- İnsan ömrünün yarısı böyle hayallerle, düşlerle geçiyordu işte. Belki bu ormanlar, bu güzel hayaller yüzünden hayat bu kadar tatlıydı. Tanabay, dağlara ve gökyüzüne bakarken, insanların hepsinin birden talihli, mutlu olamayacağını düşündü. Herkesin kaderi aynıydı. Karşısında ulu dağlar vardı: Bir yanı pırıl pırıl, aydınlık, bir yanı gölgeli. Aydınlık ve gölge nasıl yan yana ise, insanın kaderi de öyle, mutluluk ve acıyı beraber getiriyordu: Bir yanda kıvanç, bir yanda kaygı. Hayat dediğin böyleydi işte...
- İnsan yaşlanır, ama gönlü yaşlanmak istemez. İşte öyle, arada sırada bir silkinir, birden doğrulup koşmak ister.
- Yoo, bunları söylemeliymişim! Yerli yersiz söylenecek sözler miydi bunlar! Neden herkes böyle yapıyor, birilerine yaranmak için yapamayacağı şeyleri vaadediyor?...
- "Düşman yakana yapışınca kurt da bacağını ısırır." derler ya.. asıl büyük felaketle uğraşırken daha küçük aksilikler de olmuyor değildi. İkiz doğuran koyunlardan biri yavrularını istemiyor, onları emzirmiyordu. Kuzular meleye meleye, düşe kalka analarına sokuluyor, memelerine yapışmak istiyor ama anaları süserek, tekmeleyerek uzaklaştırıyordu onları. Açlık, kıtlık hüküm sürerken, tabiat da canlılarda sağ kalma içgüdüsünü uyarıyor olmalı. Acımasızların uğursuzların "Ben sağ kalayım da başkaları ölürse ölsün." demeleri gibi, ikiz doğuran koyun da önce kendini düşünüyordu. Sürüde bir koyun böyle bir davranışta bulunursa bu, salgın hastalık gibi bütün koyunlara geçer. O koyunu gören öbür koyunlar da aynı içgüdü ile yavrularına süt vermeyi reddedebilirlerdi.
- Yeni, bambaşka bir hayat başlamıştı. Bu yenilik Tanabay'ın başını döndürüyor, onu coşkulara gömüyor, sürüklenip götürüyordu. Gün Tanabay'ın günüydü artık. Her şeye birden kavuştu: Toprak, erkinlik, hak, hukuk.. her şeye.
- Yoksullar yükseliyor, işler hızla ilerliyordu. Kolektifleştirme başladığı zaman Tanabay kollarını sıvadı, canla başla çalıştı. Köylülerin yeni hayata geçişleri için bu uğurda toprak, hayvan, emek ve büyük ideal.. her şeye ortak opmak için Tanabay çalışmayacaktı da kim çalışacaktı? Gözleri çıksındı kulakların (toprak sahiplerinin). Yok olsunlardı! Her şey bir anda ve çabuk çabuk olmalıydı. Tanabay bütün gün at üstünde dolaşıyor, gece toplantılarına, konuşmalara katılıyordu. Zenginler, mollalar, toprak sahipleri, zararlı otlar gibi köklerinden sökülüp atılıyordu. Yeni, yepyeni fikirlerin kök salması için tarlayı temizlemek gerekiyordu. Bu tarladaki bütün zararlı otlar yok edilmeliydi.
- Kolhozda işler neden yürümüyordu, neden her şey darmadağın olmuştu? Yanlış yola mı girmişlerdi? Hayır, tuttukları yol yanlış değildi, olamazdı. Peki ne olmuştu öyleyse? O doğru yolu mu yitirmişlerdi? Ne zaman ve nasıl başlamıştı bu? Başarma, iş bitirme yarışını ele alalım mesela. Verilen sözler bir deftere yazılıyordu. Ama o defterde kalıyordu o sözler. Ne oluyor, halin nicedir, işler nasıl? diye soran, arayan yoktu. Eskiden, kırmızı ve kara ilan tahtaları vardı. Herkes kızıl tahtaya kimlerin, kara tahtaya kimlerin adı yazılmış, ya da kimler yazılmalı diye düşünür, bunlara bakardı. O ilanlar okunur, tartışılırdı. Herkes çok etkilenirdi bundan. Artık bunların hepsi gerilerde kalmıştı. Eskimiş bir usul olduğu söyleniyordi. Peki yenisi, eskimemişi nerede? Boş sözlerden, yerine getirilemeyecek vaadlerden ibaret kalmıştı her şey. Hiçbir mesele çözülmüyor, hiçbir işin sonu alınamıyordu. Neden böyle olmuştu? Suç ve kusur kimdeydi?
- Ah, ah! Neler geçmemişti Tanabay'ın başından. Savaşın ilk gününden sonuna kadar ateş altında yürümüştü, ama ne kendisinin, ne de bir başkasının, şimdi olduğu gibi çığlık çığlık yanacağını aklına bile getirmemişti. Segizbayev'in konuşması, tıpkı cephede olduğu gibi uğulduyordu kulaklarında. Yüreği, bir kopmuş gibi çöküyor, bir yukarı tırmanıp ağzına geliyordu. Sonra güm! diye aşağı ve hop! diye yine yukarı çıkıyordu. Ama mermiler vücuduna tam isabet ediyor, yüreğini, bütün vücudum kevgire çeviriyordu. "Ey Tanrım! Hayatımın aslı haline gelen çalışmam, ömür boyu çabalamam, emeklerim, baş dayanağım olan armanım (ülküm) ne oldu? Nereye gitti? Ölesiye-bitesiye çalışmamın sonunda, ola ola 'halk düşmanı' mı olacaktım? Bana böyle mi diyeceklerdi? Bir gün bana böyle diyeceklerine asla inanmazdım!