- Tanabay yürürken sarı yorga ile ilgili uzak geçmişi, olayları, arkadaşlarını bir bir hatırlıyordu: "Hepimiz böyleyiz işte." diye düşünüyordu, "Birbirimizden pek farkımız yok. Ancak ağır hastalandığımız ya da öldüğümüz zaman hatırlıyoruz birbirimizi. O yitirdiğimizin ne iyi, ne eşsiz bir insan olduğunu, ne büyük iyilikler yaptığını, ancak o son demde anlıyoruz.
- Tanabay, herkesin et ve süt işiyle uğraşmasında ülkenin pek yararı olmayacağını söylemek istiyordu. Öteki işlerde çalışanlar o yokluğa daha ne zamana kadar dayanabilirlerdi? Savaşa kadar durumlar böyle miydi? O zamanlar güz gelince her evin kapısına iki üç araba buğday getirirlerdi. Ya şimdi? Herkes koltuğunda boş çuvalla dolaşıyordu. Buğdayı onlar yetiştiriyor, aç ve açıkta kalan yine onlar oluyordu. Böyle şey olur muydu? Hak mıydı bu? Toplantı üstüne toplantı yaparak, vaad üstüne vaad vererek, halkı ne zamana kadar oyalayabilirsiniz?
- Gülsarı senin kendi malın mı? Kendinim olan, sana özel olan neyin var? Bizde olan her şey kolhoza ait. Bizim halimiz, hayatımız böyle. Yorga da kolhozun. Kim yönetiyor bu kolhozu? Başkan. Başkan ne derse o olur.
- Bütün üyir yetim kalmış gibiydi. Büyük bir boşlukta, çaresizlik içinde, o da yetim kalmış gibiydi. Sarı yorga gönül çırağını söndürmüş, her şeyi kendisiyle birlikte alıp götürmüştü. Artık her şey başka, her şey değişmişti. Güneş değişmiş, gökyüzü değişmişti. Tanabay'ın kendisi de eskisi gibi değildi, o da değişmiş gibiydi.
- Şimdi Tanabay, başını kaldırmadan, gözü kapalı olarak dinliyordu onu. Gözü kapalı ama her şeyi görerek: Yıllar yılı sıcak demeden, soğuk demeden her işte çalışıp yıpranmış ellerini, ağarmış saçlarını, boynundaki, ağzının kenarındaki, gözlerinin çevresindeki kırışıkları... Sonra o kırışıklar arasında kaybolup giden gençliğini, genç ve güzel Caydar'ı: Saç örgüleri beline kadar inen esmer güzeli o şirin kızı, kendi gençliğini, birlikte gezip tozdukları o güzel günleri... Her şey, her şey gözlerinin önündeydi.
- Ama işte, ata- babalarımızın ustalıkları utulup gidiyor! El işleri, el sanatları kaybolup gitti. Oysa insan ruhunun aynası, el hüneri, göz nuru değil midir?...
- Keçe çadır, kendi milletinin, atalarının en güzel buluşlarından biriydi. İnsanoğlu bugüne kadar bu durum için, göçüp konanlar için, daha iyisini bulamamıştı. Yüzyıllar boyu geliştirilmiş, her şeyi değerlendirilmiş, sınanmıştı. Bunu nasıl anlayamamış, çadırların yıkılmasını istemek gibi bir sözü ağzına nasıl almış, nasıl dili varıp söylemişti!
- Tanabay bozkırda dolanıp duruyor, derin derin düşünüyor, ne var ki bu düşüncelerden hiçbir sonuç çıkaramıyordu. Çok gerilerde kalan o günlerde, kolhozu nasıl kurduklarını, halka, boztorgayların koyunların üzerine yuva kurup yumurtlayacakları o mutlu barış çağını nasıl vaadettiklerini, o parlak armanı (ülküyü), o parlak hayalleri, umutları hatırlıyordu. O arman uğrunda canla başla didindikleri günleri de... Her şeyi alt üst ederek eski düzeni nasıl yıktılarını, asıl köklere nasıl balta vurduklarını da... Gerçekten de başlangıçta işler biraz düzelmişti. O uğursuz savaş olmasaydı belki daha da düzelecekti. Peki ama, savaş biteli onca yıl oldu da durumlar niçin düzelmiyordu? Onlar, eskimiş çadırlarının üstüne yama üstüne yama vuruyor, hiçbir gediği kapatamıyorlardı. Birini tıkamaya vakit kalmadan bir başka gediğin açıldığını görüyorlardı. Neden böyle oluyordu? Şimdi neden kolhozu eskiden olduğu gibi kendi malı değil de bir başkasının malı olarak görüyordu? Eskiden, savaştan ve kolhozun kurulmasından önce, toplantılarda alınan her karar bir yasa yerine geçer ve uygulanırdı. Halk yararına bir karar alındıktan sonra, uygulamaları gerektiğini ve uygulandığını bilirdi. Oysa bugün toplantılarda alınan kararların hiçbir önemi kalmamıştı. Hepsi boş sözlerdi. Kimse kimseyi dinlemiyordu. Kolhoz, onu kuran çiftçiler tarafından yönetilmiyor, başkaları tarafından yönetiliyordu. O başkalarının da biri böyle diyor, biri şöyle. Bunun da hiçbir yararı olmuyor, hiçbir verimli sonuç alınamıyordu.
- Artık neden yüzümüz gülmüyor, neden eskisi gibi türkü söylemez olduk Çora?
- Otuzlu yılların başlarından itibaren hep böyle olmuştu: Bir yukarı, bir aşağı gidiyorlardı. Tepedeki hedefe tam ulaşacaklarını sandıkları zaman, kendilerini bir anda yine aşağıda buluyorlardı. Kolhoz dedikleri herhalde zor bir işti, çok zor bir iş. Kolhoz diye diye, işte kendisinin de saçları ağarmıştı, gençliği yitip gitmişti. Neler neler gelmişti başına, ne çileler çekmişti. Bu arada birçok yanlışlıklar, kusurlar da olmuştu ama, "Amacımıza ha ulaştık, ha ulaşıyoruz." diye düşünmüş, umudunu yitirmemişti. Şimdi ise başka düşünüyordu. Sıkıntılar bitmiyor ve amaç da ulaşılacak gibi görünmüyordu artık.