- Çora adamların gelmelerini beklerken zaman hiç beklemiyor, damla damla akıp gidiyordu. Geçen her saniye, Çora'nın acılarla, sızılarla geçen ömrünü de damla damla tüketiyor ve Çora, ancak bunca yıl sonra, bu son saatlerinde anlıyordu hayatın değerini. Durup dinlenmeden, her derdi sinesine çekerek ve üstesinden gelmek için çalışarak geçirmişti yıllarını. Ve bunca zamanın nasıl geçip gittiğini anlayamamıştı.
- Uçup gitmekte olan canını, sessiz sessiz, umutsuz bir çığlıkla tutmaya çalışıyordu.
- Az önce aklından geçirdiği kendini öldürmek düşüncesinin, saçmalık, budalalık olduğunu anladı. İnsan denen varlığa, yalnız bir kez verilen cana, nasıl kıyardı? Segizbayev gibileri için ölmeye değer miydi? Hayır! Daha yaşayacaktı. Yaşadıkça da bu yerleri daha çok çiğneyecek, çok işler yapacaktı.
- Çayın karşı yakasında oturan Kazaklar, bir öz kardeş gibi sevdikleri, bütün bölgenin olduğu gibi kendilerinin de çok iyi tanıyıp saydıkları, pek değerli komşuları Çora'nın ölümü için yas tutmaya, onun cenaze törenine katılmaya geliyorlardı. Tanabay "Sağ olun Kazak soydaşlar, sağ olun." dedi içinden. "Biz tâ en eski atalarımızdan beri her şeyde beraber olduk: Tasada ortak, kıvançta ortak; toylarda ortak, yarışlarda ortak... Ağlayın kardeşlerim, Çora'sız kalan bizlerle birlikte ağlayın!"
- Tanabay, öncekinden de büyük hıçkırıklarla sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Şimdiki ağlayışı, ömür boyu yitirdiği her şey içindi: Artık hiç göremeyeceği Çora için, işlediği suçlar için, karşısında duran Bibican için, kader ikisini ayırdığı için, o müthiş fırtınalı gece için, Bibican'ın yarsız ve yalnız kalması bir mutlu ve aydınlık gün görmeden yaşlanıp gitmesi içindi. Karalara bürünmüş Gülsarı için, çektiği bunca sıkıntı için ve eziyetler için, dile getiremeyip içine attığı her şey için ağlıyordu. Neler neler içindi o gözyaşları...
- Çora dünyadan göçüp gitmişti. Oysa onlar ikisi bir kişi gibiydiler. Çora kendisiyle birlikte, Tanabay'ın bir yarısını, hayatının çok önemli bir bölümünü ve daha birçok şeyi alıp götürmüştü.
- Ve argımak Gülsarı, soylu Gülsarı, onu sırtına alıp köye doğru uçtu. Bozkırda bahar yeşilliği görülmeye başlamıştı. Bozkır ve rüzgâr, Gülsarı'nın nal seslerine uyarak onlara doğru koşuyordu. Irakları yakın eden Gülsarı'nın bu koşusu, Tanabay'ın yanan yüreğine su serpmiş, sancılarını azaltmıştı.
- Sonra karısının kopuzundan, insanın yüreğini yolup alırcasına hüzünlü ezgiler geldi kulağına. Yalnızlıklar içinde kalan bir adamın hıçkırıklarını, ah dedikçe nefesiyle yel savuran çok büyük acılı bir insanın ahlarını, ıssız ve engin bozkırda başını vuracak, onulmaz derdini gömecek bir yer arayarak koşan bir adamın acı çığlıklarını andıran bir ezgiydi bu. Hiç kimsenin avutamayacağı, hiçbir şeyin merhem olamayacağı acılarla ağıdını söyleyen, ağlayan bir adamın bozlamasını anlatıyordu kopuzun telleri.
- Tanabay, yorga ile son konuşmasını yapıyor, Onunla vedalaşıyor, helalleşiyordu: "Sen yılkının en iyisiydin. Bir tulpar idin Gülsarı. Benim kanatlarım oldun Gülsarı! Ha-yatımın en güzel günleri, en mutlu dönemi, seninle bera-ber gidecek. Seni hiç unutmayacağım Gülsarı! Gözümün önünde sönüp gidiyorsun doğuştan tulpar Gülsarı! Bir gün öbür dünyada karşılaşırız, ama artık senin toynak seslerini duyamayacağım. O dünyada senin koşacağın yol yok, nal izlerini bırakacağın toprak yok. Ot bitmez, canlı sesi çıkmaz orada. Ama ben yaşadıkça sen hiç ölmeyeceksin Gülsarı. Çünkü her zaman hatırlayacağım seni. Senin ayak seslerin kulağımda en güzel bir ezgi gibi kalacak..."
- Tanabay İbrahim'in kurnazlığını içinden takdir ederek "Seni kurnaz tilki seni!" diye geçirdi aklından. "Can çıkar huy çıkmaz, nasıl da dalkavukluk ediyor! Böylesi bulunmaz doğrusu! Gelen ağam, giden paşam! der, âmiri kim olursa o da onun kulu, kölesi olur, hep dört ayağının üzerine düşer. Seni gidi iki yüzlü..."