- "Gençliğim" dediği, güzel, tatlı birtakım duyguların, anıların başka her şeyi bastıran, örten, silik izleriydi, leke leke, solmuş renkleri, sesleriydi.
- Yüzleşme...
Her kitap, bir çekirdeğe ulaşma çabasıyla başlar sanıyorum. Henüz, etinin dokusu bilinmeyen, tadına bakılmamış bir düş yemişinin, henüz olmayan, oluşmamış yüzeyinden -rengi bile görülmeyen yüzeyinden- içeri bir toplu iğneyle girer gibisinizdir. Sert kabuğunu delip, delinmeyeceğini umduğunuz, size karşı koyacak güçte olmasını beklediğiniz bir çekirdeğe ulaşasıya.
Çekirdeğin içi, toprağa düştüğünde hiç bilmediğiniz bir bitkiyi, bir ağacı doğurup büyütecek o çekirdek içi, sizin kaygılarınızın dışında kalır. Siz ancak bir sapın ucunda o çekirdeğin ilk düğümü çevresinde oluşacak etin yapıcısı olacaksınız. Çekirdeği bulduktan sonra, sabırla, kat kat et, tat, renk giydireceksiniz o çekirdeğe. Öyle ki kitabınız bittiğinde artık -hiç değilse sizin açınızdan- tadı, dokusu, rengi bilinen bir yemiş tutarsınız elinizde. Sonra da o yemişi atarsınız ortaya, ısıracak, gagalayacak, kemirecek birileri çıkar diye umarak.
Her kitap, sanırım, kör, kısa bir inişle uzun, zahmetli, çekirdeğin çevresinde dönenip harfe harf, sözcüğe sözcük, katmana katman katan, çekirdekten uzaklaştıkça anlam yüklenen bir çıkışın öyküsüdür. Bir yokluk içindeki yolun bittiği yerden geriye dönerek o yolu uydurmaktır.
Yüzleşme, yüz yüze gelme... Neyle? Kiminle? - Anılar, belli bir düzenin sağladığı anlamları taşıyabilir ancak. Notalar gibi: Anahtarı yazılmadıkça birtakım benekler olarak kalan...
- Ağrıları, düşleri, anıları, bir ölçüde de olsa iletilebilir kılmak çabası, bir noktadan sonra gülünç olabiliyor. Avutmak, ya da katılmak isteyenlerin anlama çabası, ne kadar büyük olursa olsun, iletilemeyen, belki de baştan -iletilemeyeceğine erdiğimiz için-iletilmek
istenmeyen bir anlamın suruna çarpar. Ağrılar tek kalıplı, düşler akışkandır. Olsa olsa anıların, paylaşılabilir noktalarına dayanarak, anlaşılmaz olmaktan sıyrıldığını görebilmişizdir. İşin püf noktası, paylaşılabilir görüneni öne çıkarmak, sezilebilir görünene -belli etmeden- bütün gücüyle dayanmak, gerisini de kendimize göre getirmek; yani, bildiğimiz, istediğimiz düzeni kurarak. - Ölüye, ölecek olana bakan kişinin baş döndürücü üstünlüğünü, diri olmanın üstünlüğünü duyması. Bu üstünlük, kişiliğin ötesindeki bir üstünlük, öleceğini bilen, ölmek istemeyen, bir şeylere tutunmak
umuda, yakınlarının eline, gözüne, sözüne, yatak çarşafına, parmaklarını kanatan taşlara, tırnaklarını kıran asfalta tutunmak tutunmak dileyen insanı bir nesne, bir böcek bile değil, bir nesne haline getiri verir. - Ölenlerin yalnız olduğu, yalnız kaldığı, sıra sıra ölünse bile her ölenin kendi yalnızlığı içinde olduğu su götürmez. Çok söylendi bu.
Diriler de diriliklerinde, diriliklerinin sevinci içinde oynarken yalnızdırlar. Bu sevinci, herkesin sakladığını bilerek herkes gibi üzgün görünmeye çalışırken, ölüden bile yalnız. - Kişileri de hem var kılmalıyım, hem de belirsizlik içinde bırakmalıyım. Öyle düşünüyorum ya, gerçekte ne demek bu? Öznenin ara ara belirsizleşmesi...
- Oysa ta başından beri herkes karnının içinde korkunun kıprandığını duymuş, herkes ölümcül bir hastalığın kaçınılmaz sonucunu bekler gibi, her sabah uyanıp kendini yoklayan, "bugün de belki öyle geçecek; çok acı çekmeyeceğim belki, belki bugünü de çıkaracağım," diyen, gece uykuya dalmadan önce sabahı bir daha görebileceği umudunu gönlünden atamayan hastalar gibi belirsiz bir geleceğin belirsiz bir yerinde yitilip gidileceği kaygısı içinde, değil yalnız kendini, ya da eşini dostunu, evindeki hayvanını bile onulmaz bir derde tutulmuş gibi görmeye alışmıştı. Onumsuz hastalıklarda da hekime gidilir, çare aranır, çırpınılır; umut -ya da, bir çeşit umutsu duygu- yitirilmez, ya da, yitirilmemişmiş gibi davranılır; gene de, bilinir ki...
- Bir anlamda, herkes düşman. Düşmanım. Düşmanımız. Ya da, günü gelince düşman olabilir. Örneğin, kendi arkadaşlarımız, yandaşlarımız... İşkil, kuşku, yaşamımızın temeline koyduğumuz harç olmalı; yediğimiz ekmek, içtiğimiz su olmalı. Gene de bilmeliyiz ki bu dünyada bizi aldatmayacak üç beş kişi vardır. Her işkilin, her kuşkunun vurulacağı denektaşı; her eylemi, her gücü üzerinde bileyeceğimiz bileği taşı; her umudu ayakta tutacak kilit taşı birkaç kişi. Vur deyince onlar, vuracağız; öl deyince öleceğiz; yaşa deyince yaşayacağız. Bu kişiler, yalnız bizi değil, bütün dünyayı ayakta tutacak. Buna inanmak, buna güvenmek zorundayız.
- İnsanlar, büyüklüğü de, büyüklüğün dokunulmazlığını da unutmuş durumdalar. Bir şaşkın cüceler dünyasında yaşadığımızı benden önce söyleyenler çok... Bizden önce... Eşitlik türünden saçmalar, bizi bu hale getirdi. Kuşkuya, işkile dayanan eşitlik mi olurmuş? Bir gün kurulabilecek tek eşitlik, olsa olsa ödevde, esleklikte, büyüklüğümüzün düşünde eşitliktir. Bize buyurana duyduğumuz sevgide eşitliktir.