- Ölenlerin yalnız olduğu, yalnız kaldığı, sıra sıra ölünse bile her ölenin kendi yalnızlığı içinde olduğu su götürmez. Çok söylendi bu.
Diriler de diriliklerinde, diriliklerinin sevinci içinde oynarken yalnızdırlar. Bu sevinci, herkesin sakladığını bilerek herkes gibi üzgün görünmeye çalışırken, ölüden bile yalnız. - Kişileri de hem var kılmalıyım, hem de belirsizlik içinde bırakmalıyım. Öyle düşünüyorum ya, gerçekte ne demek bu? Öznenin ara ara belirsizleşmesi...
- Oysa ta başından beri herkes karnının içinde korkunun kıprandığını duymuş, herkes ölümcül bir hastalığın kaçınılmaz sonucunu bekler gibi, her sabah uyanıp kendini yoklayan, "bugün de belki öyle geçecek; çok acı çekmeyeceğim belki, belki bugünü de çıkaracağım," diyen, gece uykuya dalmadan önce sabahı bir daha görebileceği umudunu gönlünden atamayan hastalar gibi belirsiz bir geleceğin belirsiz bir yerinde yitilip gidileceği kaygısı içinde, değil yalnız kendini, ya da eşini dostunu, evindeki hayvanını bile onulmaz bir derde tutulmuş gibi görmeye alışmıştı. Onumsuz hastalıklarda da hekime gidilir, çare aranır, çırpınılır; umut -ya da, bir çeşit umutsu duygu- yitirilmez, ya da, yitirilmemişmiş gibi davranılır; gene de, bilinir ki...
- Bir anlamda, herkes düşman. Düşmanım. Düşmanımız. Ya da, günü gelince düşman olabilir. Örneğin, kendi arkadaşlarımız, yandaşlarımız... İşkil, kuşku, yaşamımızın temeline koyduğumuz harç olmalı; yediğimiz ekmek, içtiğimiz su olmalı. Gene de bilmeliyiz ki bu dünyada bizi aldatmayacak üç beş kişi vardır. Her işkilin, her kuşkunun vurulacağı denektaşı; her eylemi, her gücü üzerinde bileyeceğimiz bileği taşı; her umudu ayakta tutacak kilit taşı birkaç kişi. Vur deyince onlar, vuracağız; öl deyince öleceğiz; yaşa deyince yaşayacağız. Bu kişiler, yalnız bizi değil, bütün dünyayı ayakta tutacak. Buna inanmak, buna güvenmek zorundayız.
- İnsanlar, büyüklüğü de, büyüklüğün dokunulmazlığını da unutmuş durumdalar. Bir şaşkın cüceler dünyasında yaşadığımızı benden önce söyleyenler çok... Bizden önce... Eşitlik türünden saçmalar, bizi bu hale getirdi. Kuşkuya, işkile dayanan eşitlik mi olurmuş? Bir gün kurulabilecek tek eşitlik, olsa olsa ödevde, esleklikte, büyüklüğümüzün düşünde eşitliktir. Bize buyurana duyduğumuz sevgide eşitliktir.
- Hangi ayna kendimizi gösterecektir bize? Sürekli bir yürüyüş içinde gibiyiz, bir lunaparkın eciş bücüş görüntü veren aynaları arasında.
- Ben her şeyin (ardında değişik, başka) bir şey gizlediği bir dünya yaratmaya çalıştıkça, herkese dünyanın öyle olması gerektiğini anlatmaya, herkesi buna inandırmaya çalıştıkça o, insanların da, eylemlerin de, ancak gerçek yüzleriyle görünmesi gerekiğini savunuyor. Ne var ki, insanlar, ancak gizliden, gerçek yüzü bilinmeyenden korkar daha çok. İnsanlar, korkmalı üstelik.
- İnsanlar, elden geldiğince daraltılmış bir ahlaklılık alanının sınırlarını aşmamalı, gönüllerinin istediğini yapamamanın erdemine inanmalı. Ancak böyle sıkışmakla düşmanlarını, içlerindeki kurtları görüp tanırlar, onlara karşı gerçekten savaşırlar.
- Ağrılar, acılar karşısında, herkes, herkesin, kendi gibi tepki göstermesini bekler; daha doğrusu kendi tepkisinden başka türlü bir tepki olabileceğini, gösterebileceğini değil usuna sığdırmak, o usun kıyıcığından bile geçirmez. Bunun içindir ki acılar, ağrılar, fiziksel öznelliklerinin ötesinde de paylaşılamaz. Kıskançlığımızı, benzemezliğimizi, indirgenmezliğimizi en çok bu alanda gösterir, savunur; insanları, belki de, en çok bu alanda küçümseriz. Karşımızdakinin tıpatıp aynı acıyı, aynı ağrıyı çektiği bir aygıtla saptanıp gösterilse, bu davranışımız, bu tutumumuz değişir mi? Sanmam. O aygıta inanmamayı yeğleriz herhalde.
- Gazete okurken, birileriyle konuşurken, anlatılan, iletilen acılar, kötülükler, cinayetler karşısında, ölümler, kıyımlar, kırımlar karşısında içi oynaması gerektiğini duyduğu halde gönlünden herhangi bir kıpırtı, herhangi bir ürperti geçmeyenler vardır: Bundan ötürü kaygı duyarlar. Kimi ise, herhangi bir şey duyması gerektiğini de düşünmez, herhangi bir şey de duymaz; bundan ötürü kaygılanmaz; kaygılanmayı anlayamaz... Taş yürekli falan değildir bu insanlar; imgeleme güçleri, kendi dertlerinden, acılarından, gözle görüp elle dokunabildiklerinden ötesine erişmemektedir, o kadar. Aynı kişiler, ağlayan bir çocuğun resmi karşısında, sıradan bir film, bir öykü, bir oyun karşısında içlenir, üzülür, ağlar. İmgeleme güçleri, ancak, bir türk somutluk karşısında canlanır, kıpırdar.