- Okun/a/mayan kitap, ölü bir nesnedir, bir yüktür.
- Okur kitap arar ama, kitabın da okuru bulduğunu ben çok gördüm. Açıklanabilir bir şey söylemiyorum belki, ama "rastlantılar"ın çoğu, açıklayamadığımız için rastlantı görünmez mi?
- 18. yüzyılın ortalarından bu yana ?Serendipli Üç Şehzade' masalından yola çıkılarak türetilmiş bir sözcüğü var İngilizcenin: Serendipity; aranmakta olmayan değerli/hoşlanılır bir şeyin insanın karşısına çıkıvermesi anlamında kullanılan... Elbette, aranmayan şeyin bulunması, olacak şey değil. Ne var ki, ?aranmama'yı ?o anda aramakta olmamak' ya da ?aranması gerektiği düşünülen yerde aramakta olmamak' diye yorumlarsak, birçok kişinin bu ?Serendiplik'ten (az ya da çok) pay aldığını kestirebiliriz. Serendip yağmuru benim de tarlama yağmıştır ara ara.
- Çok sevdiğiniz, birlikte yaşadığınız, onsuz bir yaşamı düşünemeyeceğiniz ölçüde yaşamınızda yer etmiş kişiler, varlıklar da sizi bezdirir arada bir; içinizin bir kuytularında onlardan kurtulmak istersiniz. O kişinin, o varlığın ölümünü bile geçirirsiniz usunuzdan, getirirsiniz gözünüzün önüne (tepkinin ilkelliği apaçık değil mi?) Kendinizi ne kadar bağlı (sözcüğün hemen hemen her anlamıyla bağlı) duyduğunuzun bir kanıtı değil midir zaten bu çılgınlık? Çılgınca şeyler düşündüğünüzü bilirsiniz (suçluluk duygularından falan söz etmiyorum) çünkü bilirsiniz ki onsuzluk, sizin de, en azından bir parça ölümünüzdür. Düpedüz. Evet ölenlerin ardından yaşandığını, ölenle ölünmediğini herkes bir gün öğrenir. Ama eksilerek, azalarak, sakatlanarak, bir yeri koparak yaşandığını...
- Hiçbir kitap her güçsüzlüğü çözmeyecektir.
- Geçmişimizi özümlemesini öğrenirsek, andaçları savurabilir, anıları bir kıyıya itebilir, ilişkileri -gerektiğinde- koparabiliriz: yaşam yoksullaşırmış, çevremiz genişlemez, daralırmış, dahası, cenazemizin arkasından yürüyecek olanların sayısı... Varsın olsun. Olacaksa o da. Yaşamayı öğrenmek gerek. Bu hesaplar yararsız.
- Ulu ağaçlar, ulu bir orman geliyor şu anda gözünün önüne. Yüksekçe bir yerdeler. İki arkadaşıyla birlikte. Arabayla güneye iniyorlardı. Araba biraz ötede, yola yakın bir yerlere çekilmişti. Çocuklar oralarda dolanıyordu. Üç kişi, düzlükte ilerlemişler, ağaçların hızla aşağıya doğru inmeye başladığı yerin kıyısında duruyorlar. Ellerinde çörek, kurabiye türünden bir şeyler; gevip duruyorlar. Arkalarında görkemli bir günün güneşi belli belirsiz alçalıyor artık. Kayran ışık içinde. Ağaçların tepeleri ışık içinde. Artlarındaki ağaçlar, kamaşan gözlerine bir serinlik salar gibi. Neredelerdi, ne zamandı bu, ayı, süremi, unutmuş hep. Oradan arta kalan tek şey bir güzellik, bir tamlık duygusu. İşte o kadar: Yaşanmış bir an.
- .... Yaşamanın artığından eksiğinden çok, çeşitleri var. Herkes elinden geldiği ölçüde yaşar. Nedir zaten yaşamak dediğin?
Garip değil mi yaşamımızı nasıl kurduğumuz? Bir iplik parçası, bir çivi, bir mantar, bir kağıt, bir paçavra, biraz toz, birkaç hiç... Bir araya gelir bunlar, adı bir yaşam olur. (Bir Başka Tepe adlı öyküden) - Kitap yığdım, hata etmişim; kitap edinmeği marifet sanmışım. "Aradığım şu kitabı bulmazsam ("yaşayamam" der gibi) işimi yapamam" demenin abartı olduğunu sanıyorum. Hiçbir kitap her güçlüğü çözmeyecektir. Tamam.
Ama, okudum. Yaşamım boyunca, durmamacasına; okumaksızın yaşayamayacağımı duya duya. Birçok şeyin ölüp gittiği -ölüp gittiği düşünülen- bu yaşımda bile, en çılgın çeşitliliği içinde okumalarımı sürdürmemek, usumdan geçirebileceğim en büyük "olmazlık" - "İnsan soyuna soyuna deriye varır, onura öz saygısına varır. Bunları yüzmek, koparıp atmak, güçtür ya, soyunmayı yürekten benimsemiş kişi, sırası geldiğinde, bu son adımı atmayı değer bellediğinde, ölmesini bilir."