- Şunu unutmayınız: "Ben" deyince "öteki" ortaya çıkar. Oysa "ben" demek, ahlâkımızda terk-i edebdir. Günümüzde dünyayı zapteden kapitalist ahlâk tersini söylüyormuş. Varsın söylesin, "Yel kayadan ne aparır".
- Hayvanlar hayatımızda yüzbinlerce yıldan beri tuttukları yeri bir bir terkediyor. Aldığımız bilgilere göre her yıl bir yığın hayvanın nesli kesiliyor. Artık kırda bir çalılıktan ansızın bir tavşan fırlamıyor. Önümüzden pırrr diye bir keklik sürüsü havalanmıyor. Bülbül şiirlerde, turnalar türkülerde kaldı.
- Bize hayatın sudan yaratıldığı bildirildi. Bu yüzden biz de suyu "aziz" bildik. Suyun önünü kesmedik, "akan su kirlenmez" dedik. Suyu kirletmek, suya necaset sıçratmak suçtur. Su üzerinde mülkiyet iddia etmek yasaktır. Su güzeldir, temizdir, hayat kaynağıdır. İnsanoğlu hayatını su kenarında sürdürdü. Medeniyetler su havzalarında yeşerdi. Su otu besler, ağacı, meyveyi, tahılı besler, hayvanı besler, toprağı insanı besler. Su dünyayı, atmosferi besler.
- Şunu unutmayın bir yer "turistik" hale gelince oranın bekaretinden bahsedilemez. Turistin arzusuna göre biçim alır ve otantik halini kaybeder. Bir kartpostal olarak belki gelir getirebilir ama asla estetik sayılamaz. Kainatın kitabından bir sayfayı yırtıp almış olursunuz.
- Osmanlı'da lokanta kültürü yoktu (otel de yoktu). Yani misafiri (yabancıyı, yolcuyu, garibanı, para ile ağırlamak bize uymuyordu. Biz yedirir, yatırır, yolcuyu yola vururken cebine bir de yol harçlığı koyar(mışız). Hey gidi günler. Ama bugün de aynı ruhu taşıdığımıza inanıyorum.
- "Domates çıksa da, şöyle soğanlı-maydanozlu-sirkeli bir salata yapsak" derdik. Her sebzenin-meyvenin iklime dayalı bir mevsimi vardı. Özletirdi kendini. ..... Domatesin çıktığını nasıl anlardık? Yüz metre ileride biri bir domates kesmiş olsa kokusunu duyardık. Sade koku mu? O ne lezzetti Yarabbi. Bir domatesi şöyle elinle kır, yarım ekmek ve tuz, işte sana bir öğün yemek. Domatesten ayrı kalmamak için kadınlar salça kaynatırdı. Öyle ki oyundan kopup açlığı bastırmak için evin kapısına dayanan çocuğa anası, salçalı ekmek verip yollardı.
- Amerikan tarzı "yaşam biçimi" bütün dünyayı sarmış, en ücra köşelere kadar sızmıştır. Yaygınlığın motoru, teknoloji; teknolojinin sunduğu ise konfordur. Hep âletlerin hayatı kolaylaştırdığından dem vurulur. Ama o âletlerin insanoğluna kaça malolduğu, neye malolduğu hesap edilmez. Alet tutkusu insanlığı âdeta hipnotize etmiş; bir âleti, ele geçirmek en birinci hedef olmuştur. Eşeğin önündeki havuç gibi hep birden koşturuyor, havuca erişmek için her şeyimizi veriyoruz. Heyhat!... O âlete sahip olduğumuz anda ne yazık ki âlet eskimiş oluyor; yenisi çoktan piyasaya sürülmüştür çünkü. Fos çıkan diyetin sihrine kapılmış gidiyoruz. Ünlü İranlı şair Füruğ da öyle demişti: Rüzgâr bizi sürükleyecek!...
- Eskiden çöp yoktu? Ne zaman? Benim çocukluğumda çöp denilen şey, süprüntüden ibaretti, avluya süpürür çeri-çöpü atardınız, o da gübre olurdu. Portakalın kabuğu reçel, karpuzun kabuğu hayvan yemi idi. Yemek artıkları ise kurdun kuşun, kapıdaki köpeğin hakkı idi. Çöp, atık, vesaire sanayileşmenin sonucudur. Öyle ki kirlenmez denilen okyanuslar bile atıklarla kirlenir oldu. Hava, su, toprak kirlendi, zehirlendi. Eskilerin deyimi ile, hayatın dört unsuru (Hava, su, toprak, ateş) yani anasır-ı erbaa kirlenince insanoğlunun ne güvenliği kalır, ne sağlığı. (Buradaki "ateş" petrol olmalı, odun ateşi değil. Hem dünyayı kirletiyor, hem kirli savaşların sebebi oluyor.)
- ?Yarabbi hayat ne kadar güzel. Ama bizim gözümüz kör, kulağımız sağır. Ancak dara düştüğümüzde, paçamız sıkıştığında görüyoruz bu güzellikleri. Bu ne kadar nimet! Bunların hangi birine şükretmeli? Etrafımda olanlara mı, hayatta kaldığıma mı?? (S. 51)
- ?Bazıları sanatla zenaatı birbirinden ayırır. Beyhude bir ayrım. Daha doğrusu sanatçının kendilerini ötekilerin üstünde tutmak için seçtiği ve gariptir destek bulduğu bir şey. Batı?dan bize gelmiş. Bizde ?dahi? yoktur. Herkes işini yapar. İşini iyi yapmak ahlak gereğidir. Zenaat erbabının yaptığı bir sandalye bir mezar taşı ile ressamın tablosu arasında ne fark var? Efendim ressam tablosuna kendini katıyormuş, yenilik yapıyormuş vesaire. Öteki de yapıyor. Sanatçının yüce, erişilmez bir mevkiye çıkarılması pagan döneminden kalmadır. İlla bir ayrım yapılması gerekiyorsa onu Cenab-ı Hak kitabında bildirmiş? (S. 133)