- Herkesin ruhu kendinindir. Kimse ruhunu bir başka ruhla karıştıramaz. İki kişi buluşabilirler, birbirleriyle konuşabilirler, beraber olabilirler, ama ruhları çiçekler gibidir, her biri kendi bulunduğu yere kök salmıştır, hiçbiri öbürüne varamaz; varmak isterse kökünden kopması gerekir. Bunu da yapamaz. Çiçekler kokularını ve tohumlarını çevreye saçarlar, çünkü birbirlerine ulaşmak isterler; ama bir tohumun konması gereken yere varması için çiçek hiç birşey yapamaz, bu rüzgarın işidir, o nasıl isterse, nerden isterse öylece gelir, eser gider.
- Bu düşler yetmişti, yetmişti de artmıştı, insanın yüreğini bunaltıp soluksuz bırakan, insanın kanını kurutan, derken birden Maya olarak kendilerini açığa vuran ve insanı soytarı gibi geride bırakıp kaybolan bütün bu yaşantılardan, sevinçlerden ve acılardan örülmüş şeytani örgüden iyice gına gelmiş, her şeyden gına gelmişti; ne kadın istiyordu artık ne çocuk; ne tahtta ne zaferde ne de intikamda, ne mutlulukta ne de bilgelikte, ne saltanatta ne de erdemlerde gözü vardı. Tek istediği şey huzurdu, sondu tek istediği şey, bu oldum olası dönüp duran çarkı durdurmak, bu arkası gelmeyen görüntüler oyununun işini bitirmekti; kendi kendini huzura kavuşturmak istiyordu, bir zaman istediği gibi tıpkı, son savaşta düşman üzerine atılıp sağa sola kılıcını indirdiği, sağdan soldan kılıçların üzerine indiği, sağındaki solundakilerin vücutlarında yaralar açtığı, vücudunda yaraların açıldığı ve sonunda yere yığılıp kaldığı zaman istediği gibi. Peki sonra? Sonra bir baygınlık, bir uyuklama ya da bir ölümle geçirilecek bir ara. Ve hemen ardından yeniden uyanış, yaşam ırmaklarını yüreğinden içeri, o korkunç, güzel ve tüyler ürpertici görüntüler selini yeniden gözlerinden içeri koyveriş, ardı arkası kesilmeden, kurtuluşsuz, bir dahaki baygınlığa, bir dahaki ölüme kadar. Ölüm denen şey belki de bir ara, kısa süreli bir mola, bir oh deyişti, ama ardından yola devam edilecekti tekrar, yaşamın esriklik ve umutsuzluk dolu çılgınca oyununda yeniden binlerce figürden biri olunacaktı. Ah, hiçbir şeyin işi bitmiyordu, son diye bir şey yoktu.
Dasa, bir tedirginlikle yeniden kalkıp ayaklarının üzerine dikildi. Mademki halka şeklinde oynanan bu kahrolası oyunda dur durak yoktu, mademki yüreğinde bir kor gibi yanan o biricik isteğin gerçekleşme umudu bulunmuyordu, o zaman su kabını yeniden doldurup yaşlı adama götürebilir, onun emrini yerine getirebilirdi; aslında adamın emir vermeye hakkı yoktu. Bir hizmette bulunması istenmişti kendisinden, bir iş havale edilmişti, boyun eğerek bu işi yerine getirebilirdi, eli boş oturmaktan ve canına kıymak için yöntemler icat etmekten daha iyiydi böylesi; zaten genelde söz dinlemek ve hizmet etmek, başkalarına söz geçirip sorumluluk taşımaktan çok daha kolay, çok daha olumlu, çok daha masum ve sağlığa yararlıydı, bu kadarını biliyordu. Haydi öyleyse, Dasa, al kabı, güzel güzel suyla doldur, götür ver efendine! - İnsanlardan pek çoğunun yaşamı gibi benim yaşamımın da olağanüstülüğe dönüştüğü bir nokta, korkuların, karanlıkların ve yalnızlıkların yuvalandığı bir köşe, akşamından gökte yeni yıldızların ve içimizde yeni gözlerin doğup çıktığı işitilmedik bir sersemliği ve boşluğu kendisinde barındıran bir gün eksik değil.
O gün soğukta titreyerek çocukluk dünyamın yıkıntıları arasında dolaşıyor, kırılıp dökülmüş düşünceler kolları ve bacakları ihtilaç içinde çırpınan eciş bücüş düşler üzerinden yürüyordum; baktığım her şey toz toprak olup dökülüyor, dirimselliğini yitiriyordu. Utancımdan tanımak istemediğim sevinçler yanıbaşımdan geçip gidiyordu, sanki yüz yaşındaymışlar, sanki hiç benim olmamışlar gibi bana öylesine uzaklaşmış, öylesine yabancılaşmışlardı. Her şey önümde gerilere çekiliyordu, kaşla göz arasında müthiş bir boşluk ve sessizlikle sarılmıştı çevrem. Bana yakın hiçbir şey kalmamıştı, ne sevdiklerim ne konu komşum. Ve yaşamım vücudumu sarsıp silken bir tiksinti gibi aşağılardan yukarılara tırmanıp çıkıyordu içimde. Sanki tüm ölçüler aşılıp geçilmiş, tüm mihrapların kutsallığına gölge düşürülüp tüm tatlılıklar tiksinç duruma sokulmuş, tüm yükseklikler tırmanılıp arkalara geçilmişti. Sanki bir safiyetin tüm parıltıları karanlığa boğulmuş, bir güzelliğin tüm sezgileri şimdiden çarpıtılıp ayaklar altında çiğnenmiş, özleyeceğim hiçbir şey kalmamıştı artık, başkalarına sunacağım hiçbir şey, nefret edeceğim hiçbir şey. İçimde kutsal, kirlenmemiş ve yatıştırıcı ne varsa bir bakıştan, bir sesten yoksundu. Yaşamımın tüm bekçileri uykuya dalmıştı. Tüm köprüler atılmış, tüm uzaklıklar maviliklerinden soyulup alınmıştı.
Çekici ve sevimli ne kalmışsa elimden çıkıp giderek gemisi karaya oturan bir kazazedeye dönmüştüm; ruhsal bakımdan bitkin, dile gelmez ölçüde yağmalanmış, sefaletimin bilincine vardığımda, gözlerimi yere indirip kollarım ve bacaklarımda bir ağırlıkla doğrulup kalktım, geceleyin kimseye veda etmeden ve arkasından kapıları kapamaksızın evinden çıkıp giden bir mahkum gibi geçmişimin tüm alışkanlıklarından çıkıp gittim.
Yalnızlık kuyusunun dibini gören var mı şimdiye kadar? Kim diyebilir ki, ben yoksunluklar ülkesini tanıyorum? Uçurumun ağzından sarkıp aşağılara bakarken gözlerim karardı, aşağılara düşen bakışlarım son diye bir şeyle karşılaşmadı bir türlü. Dizlerimin bağı çözülene kadar yoksunluklar ülkesinde yürüdüm hep ve yolun bitimsizliğinde azalma olmadı; yol, adımlarımın önünde hâlâ olduğu gibi duruyor.
Hüzünlü ve sessiz gece avutarak, ninniler söyleyerek bir kubbe gibi gerilip kapandı üstüme. Bir yolculuktan eve dönmüş birini ziyarete gelen dostlar gibi uyku ve düş çıkıp geldi, ölümcül bir yükü yolculukta taşınmış bir çıkın gibi omuzlarımdan çekip aldılar.
Daha önce hiç teknen karaya oturup kazazede durumuna düştün ve ilerde karayı ve birinin yüzerek sana yaklaştığını gördün mü hiç? Ölümcül hastalığa yakalanıp sonra iyileştin de bahçelerin temiz havasından ilk yudumu yudumladın, damarlarında yenilenen kanın tatlı tatlı oynayışını hissettin mi? Tıpkı böyle kurtarılmış bir kazazede ve hastalıktan kalkmış biri gibi o gece, içyüzü bilinmeyen varlıkların yüzleri gülerek benden yana eğildiklerini anlayınca şükrandan, sessizlikten, ışıktan ve rahatlıktan oluşan bir girdap sular altında bıraktı beni.
Gökyüzü öncekinden değişik bir çehreye büründü. Yıldızların konumu ve dönüp gelişi, en içsel yaşamımla yazgımda öngörülmüş bir dostluk ilişkisi içine girdi, o bengi güç içimdeki bir şeyi alıp iyilikseverlikle ve açık seçik, kendi yasalarına bağladı. Çölden doğrulup ayağa kalkmış yaşamımın altın bir temele oturduğunu hissettim, bir güce ve bir yasaya kavuştu yaşamım; söz konusu yasa uyarınca, görkemli bir hayrete kapılarak hissettiğim gibi, içimdeki tüm eski ve yeni şeyler ileride soylu kristal biçimler halinde düzene girecek, dünyanın tüm nesneleri ve mucizeleriyle barışçıl anlaşmalar yapılacaktı.
Incipit vita nova. Yeni bir insan oldum, kendim için henüz bir bilmece, hem dinginlik, hem etkinlik içinde, hem alan, hem veren, içlerinden hangisinin en değerli olduğunu belki henüz bilmediğim zenginliklere sahip biri. - Her doğuş, evrenden bir ayrılış demektir; belli sınırlarla çevrilmek, Tanrı'dan kopup soyutlanmak demektir.
- Kavuştuğu özgürlüğün ortasında birden şunu fark etmişti ki özgürlüğü ölümdü.
Tek başına kalmıştı, dünya onu korkunç bir şekilde kendi haline bırakmıştı; insanlar onu ilgilendirmemeye başlamış, hatta kendisi bile kendisini ilgilendirmez olmuştu.
Dış dünyayla ilintisizliğin ve yalnızlaşmanın giderek büyüyen havasızlığında yavaş yavaş boğulmaya başlamıştı.
Çünkü artık ortada öyle bir durum vardı ki, yalnızlık ve bağımsızlık, istek ve amacı olma özelliğini yitirmiş, onun yazgısına ve mahkumiyetine dönüşmüştü.
İçi özlem ve iyi niyetle dolup taşarak kollarını uzatıp bağlanmalara ve birlikteliklere hazır olduğunu açıklaması boşunaydı, artık tek başına bırakılmıştı.
Davetler, armağanlar, sevimli mektuplar alıyorsa da kimse onun yanına fazla yaklaşayım demiyor, kimseyle bağlantı kuramıyor, yaşamını paylaşmaya istekli ve yetenekli biri çıkmıyordu.
Yalnızlık atmosferiyle, sessiz bir atmosferle sarılıp kuşatılmıştı; çevre elinden kayıp gitmiş, başkalarıyla ilişki kurmasını önleyen ve hiç bir istem, hiç bir özlemle giderilemeyen bir güçsüzlük üzerine çullanmıştı. - Kendini asla para için, rahat bir yaşam için satmamış, asla kadınlara ya da güç sahiplerine kendini peşkeş çekmemişti; özgürlüğünü koruyabilmek uğruna bütün dünyanın gözleri önünde kendi çıkarına ve mutluluğuna yüzlerce kez sırt çevirmiş, elinin tersiyle bunları bir kenara itmişti. Bir yerde memurluk yapmak, günü ve yılı belli zamanlara bölerek yaşamak, başkalarının sözünü dinlemek düşüncesi kadar iğrenç ve korkunç bulduğu bir başka şey daha yoktu.
- Bir dost sıcaklığının gerçekleşmeyecek özlemiyle kendi kendimi yiyip bitirmem gülünçtü.
Yalnızlık bağımsızlıktır; yalnızlığı arzulamış, uzun yıllar içinde onu ele geçirmiştim.
Soğuktu bu yalnızlık, orası öyle, ama sessizdi; yıldızların içinde dolanıp durduğu uzay gibi harikulâde sessiz ve büyük. - Sanırım on dakika kadar bir gazeteye göz attım, başkalarının sözlerini ağzında uzun uzadıya çiğneyip tükürükle yoğurduktan sonra yutan, ama sindirmeksizin yine kusup atan sorumsuz bir insanın düşüncelerinin gözlerimden geçip varlığımdan içeri girmesine göz yumdum.
- Amaçlarından hiç birini paylaşmadığım, sevinçlerinden hiç biri bana bir şey söylemeyen bir dünyanın ortasında bir bozkırkurdu, bir sefil münzevi olmayıp ne yapacaktım!
- "Çokluk üzgün bir görünümleri vardır hayvanların," diyerek konuşmasını sürdürdü. Hermine.
"Bir insan pek üzgünse, dişi ağrıdığı ya da para kaybettiği için değil, her şeyin gerçekte nasıl, yaşamın nasıl bir şey olduğunu hissettiği için üzgünse, gerçekten üzgün demektir, işte o vakit biraz hayvana benzer, o zaman üzgün görünür, ama her zamankinden daha gerçek ve güzeldir bu üzüntü. Öyleydi işte; senin de Bozkırkurdu, ilk gördüğümde böyle bir halin vardı."