Sevdalar "medyatik" değildi ama destan tadı taşıyordu. İnsanlar zamanı anlık, günübirlik değil "yekpare" yaşıyordu.
Eşyanın bir değeri vardı. Bir kırık iskemle dededen kaldığı için hatıraların yükünü, kıymetini taşırdı. Bir ağacı eğer babamız dikmiş ise, bir nevi "baba" muamelesi görür, her bahar çiçeklendiğinde, yazın meyveleri kızardığında, gölgesine her çöküşümüzde ölmüş baba bizimle beraber olur, ağaç yaşadıkça baba da bizimle yaşıyormuş sayılırdı. Böylece hayatın sade ve fakat ayrıntıya eğilen tarafını sarıp sarmalardık. Bir çift söz, bir bakış, sararmış bir mektup, selâm, hatır-gönül ve ne kadar insanî unsur varsa maneviyatımızı teşkil ederdi. Şimdi bunları her geçen gün daha da yok sayarak, hiçbirine dönüp bakmayarak, hepimiz, "bir yere - nere orası acaba?" doğru koşup duruyoruz. Bir evimiz, bir arabamız, evliliğimiz, çocuğumuz, işimiz, eserimiz oluyor doymuyoruz. Koşuyor, koşuyoruz. Ne ölümler engelliyor bizi, ne zafer, ne yenilgi.
Zamanı genişletmek üzere, özgürlüğü sağlamak üzere, hazzın her çeşidini tatmak üzere, her tür konforu yakalamak üzere koşuyoruz. Robotlar yükümüzü alsın diye bilgisayarlara yükleniyoruz. Robotlar geliştikçe biz de robotlaşıyoruz. Ölen adama ve doğan çocuğa "bel, bel" bakıyoruz. İçimizden bazıları bu vakaları kayda geçiyor, istatistik çoğalıyor. Eşini kaybeden değil, işini kaybeden ağlıyor.
İnsanlık acaba ve sadece bir "alışkanlık" mı? Gözyaşı ve gülücük âdemoğlunun edebî özelliği olmaktan çıkıyor mu. O kopyalanan koyunlar, insan-robot karışımı film kahramanları bir haykırışın, bir çırpınışın, bir özlemin ifadesi mi? İnsanoğlu bedeninden, ruhundan, yaşayıp durduğu yeryüzünden çıkıp gitmek mi istiyor?
Özgürlük denilen bu mu?
Yoksa gaflet giderek koyulaşıyor mu?