- Hayat, efsaneyi tekrar eder.
- Kuvvetli, kararlı bir babamız olsun, bize neyi yapıp neyi yapamayacağımızı söylesin isteriz. Niye? Neyi yapıp neyi yapamayacağımıza, neyin ahlaklı ve doğru, neyin ise günah ve yanlış olduğuna karar vermek zor olduğu için mi? Yoksa suçlu ve günahkâr olmadığımızı işitmeye her zaman ihtiyaç duyduğumuz için mi? Bir baba ihtiyacı her zaman mı vardır, yoksa, kafamız karıştığı, dünyamız dağıldığı, ruhumuz daraldığı vakit mi isteriz babayı?
- O akşam, bu hem çok tanıdık, hem de yıldırıcı devlet korkusunu Moskova gecesinin yıldızsız karanlığına bakarken de hissettim. Korkunç İvan'da pişmanlık duygusuyla birlikte oğluna karşı aşırı bir sevgi, şefkat de hissediliyordu. Bu çelişkili ruh hali bana babamın dikkatimi çektiği, yetenekli ve eleştirel sanatçı ve şairler için devlet büyükleri tarafından sık sık tekrarlanan korkunç bir sözü hatırlattı: "Şairi önce asacaksın, sonra darağacının altında ağlayacaksın." Bir dönem Osmanlı padişahlarının tahta oturur oturmaz, bütün şehzadeleri öldürmeleri (arkasından da tek tek, kardeşleri için hüzünlenmeleri) de bu "devlet için zorunlu acımasızlık" mantığıyla meşrulaştırılırdı. Babamı özlüyor, ona bu konuları açmak ve onunla konuşmak istiyor, ama beni eleştirebileceğini düşünüp çekiniyordum.
- Belki de hâlâ çocuktum: İstemediğim konuları bazan düşünmeyi başarabiliyordum. Bazan da tam tersi oluyor, düşünmeyi istemediğim bir resmi ya da kelimeyi aklımdan hiç çıkaramıyordum.
- Çünkü eski masal ve efsanelerdeki şeyler en sonunda gelir başınıza. Ne kadar çok okur, efsanelere ne kadar çok inanırsanız, o kadar çok gelir. Zaten dinlediğin hikâye başına geleceği için ona efsane dersin.
- Tiyatro sahnelerinde yıllarca ağladıktan sonra,hayatta içtenlikle ağlayan bir kadına dönüşmem raslantı değildir.
- Beni hayata bağlayan,bana iyimserlik veren bir şey vardı bu hayalde.
- Kırmızı Saçlı Kadın'ın arada aklıma geldiğini değil Ali'den,aslında kendimden bile saklamak istiyordum.
- Bir yandan bunu hissediyor,diğer yandan içimden geçenlerin hepsinin boş birer hayal olduğunu düşünüyordum.
- Mahmut Usta İstanbulluların yüzyıllardır kuyulara attıkkları,sakladıkları şeyleri saymayı da çok severdi: Kılıçlar,kaşıklar,şişeler,gazoz kapakları,lambalar,bombalar,tüfekler,tabancalar,oyuncak bebekler,kafatasları,taraklar,nallar ve en akla hayale gelmez şeyleri bulmuştu eski kuyularda. Belli ki bunların bazıları susuz,kör kuyulara saklamak için atılıyor,sonra da yıllarca,yüzyıllarca unutuluyordu. Bu tuhaf değil miydi? İnsanın sevdiği,kıymetli bir şeyi kuyuda bırakıp sonra da unutması acaba neyin işaretiydi?