- Hayat, kendini öyle bir gelip senin karşına koyuyor ki, hayallerini, umutlarını, çocukluğundan, gençliğinden beri kurduklarını yutturuveriyor sana. Sınavlar geliyor, zoraki takılmış kravatlarla, en son akraba düğününde giyilmiş biçimsiz takım elbiselerle iş görüşmeleri geliyor, askerlik geliyor, kredi kartı geliyor, ay sonu geliyor, ihtiyarların bir bir ölmesi, gençlerin bir bir ihtiyarlaması geliyor, ihtiyarların bir bir ölmesi, gençlerin bir bir ihtiyarlaması geliyor. Durduğu yerde ağırlaşmaya başlıyor hayat. Yapış yapış bir şey gibi. Kanatlarına bulaşıyor, ökseye tutulmuş gibi kalıyor insan. Hani, zaten uçacağından değil de, yine de zoruna gidiyor. Daha büyük yarınların hayalini kurmak, yarın sabah kalkıp işe ya da iş aramaya gideceğin gerçeğinin arkasında kalıyor. syf 114
- Öyleyse yaşamak, hayata karşılık hayallerden vazgeçtiğimiz bir kaybetme biçimidir. syf 115
- Belki de insanlar hakikaten böyle deliriyordur. Bir şeyi kafaya takıp onunla zihninin içine küçük bir delik açıyor, sonra kurcalaya kurcalaya o deliği bütün bir aklı yutacak kadar büyütüyordur. syf 116
- Babaların çocuklaştığını görmenin nasıl sıcak ve üzgün bir havası var. Babayla oğul bir kum saatinin iki hazinesi gibiler çünkü; bir vakit gelince, zaman, mukadderat, Tanrı ya da her neyse bir şey, kum saatini ters çeviriyor. Tam tersine akmaya başlıyor ondan sonra her şey. Babanın çocuklaştığını gördükçe oğlun içine dolan o sıcak üzüntü de sarı, ılık kumun aşağı akışı belki. syf 119
- Hatıraların da onları hatırlatan eşyalar gibi eskidiğini gördü, bir ömrü vardı ikisinin de.
- Her şeyin biteceği hakikatini aklına getirmeyebilecek kadar çocuk olmak ne büyük mutlulukmuş meğer.
- Ne de çok severler zamansız gitmeyi kadınlar. İnsan evladına bunu yapar mı? İnsan böyle memlekette yeşil ışıkta karşıdan karşıya geçer mi, evinden hiç çıkar mı, pazara gider mi? Bu kadar seven bir oğlu varken bunu ona yapar mı, hazır hayattayken gereksiz yere ölür mü? O öldü. Askerdeki adama bu yapılır mı? Yaptı işte. Sırada birinciliği babama kaptırmasının acısını, hem yetim hem öksüz bırakmakla bizden çıkardı. Ben çocukluğumdan beri, hayatı annemin ölümüne kadar sanmışım, onu anladım ben de. Sanki o ölünce "Son" yazısı çıkacak ve biz de, cennet mi cehennem mi, nereye gideceksek oraya gitmek üzere nakil araçlarına bindirilecektik. Şu ağzı burnu yumruklanası "ölenle ölünmüyor"cular olmasa, farkına bile varmayacaktım annem ölünce, hepimizin ölmüş sayılmadığının.
- Akıl ne cilveli bir dehliz, hangi kapıdan nereye çıkaracağı belli olmuyor. Kiminle karşılaşacağını hiç bilemiyorsun.
- Yaşa, işe, güce, itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşk acısı diyorlar. Kim olursan ol, seni sakladığın yerde er ya da geç buluyor, gelip göğüs kafesini ateşle sıvazlıyor ve sen içeride kapkara kurum tutuyorsun. Ağzını açsan, alevler püskürecekmişsin gibi, ciğerlerine damla damla kurşun eritiyorlarmış gibi. Kolay kolay geçmiyor, geçtiğinde de sen geçmiş olduğunu fark bile etmiyorsun. Yağmurlu havalarda sızlayan eski bir kırık gibi sızlayıp duruyor, kendini hatırlatıyor. Bir tadı, bir kokusu, bir eti var hatta, bir kütlesi; gelip göğüsüne oturmasından belli. Kokusunu, kütlesini hesap edemiyorum ama tadı varsa bence o genizde kalmış greyfurt tadını andırıyordur. Çok sevdiğin bir şeye benzeyen, ama o olmadığını da bal gibi bildiğin bir tat; acı, buruk, portakala benzeyecek neredeyse, değil ama işte. Hani kelime çok havalı olmasa, ? kekre ? diyeceğim. İstediğin kadar yutkun, üstüne istediğini ye, iç; geçmiyor, genzinden aşağı yuvarlanıp gitmiyor. Ne yediğinden anlıyorsun ne içtiğinde. Allah belasını versin.
- Kimseye ait olamamış insanlardık çünkü biz. En yakınlarını nemli çukurlara ya da çok uzaklara erken saklamış, sevgisizlikten ve sürekli birilerinin gitmesinden korkup kimseyi sevemeyişimizle perişan olmuş zavallılardık.