- Gerçek olan biri beni düşlüyor, o gerçek ben ise bir düş oluyorum.
- İnsanı insan yapan aklıdır diyen Aristo, eğer o pavyona gitseydi parayı koklatanlar da insan yerine konulur fikrine varabilirdi.
- Hüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüp! Jjjjjjjjjjjjjjjt! Nah-ha!
- İşte! Allah-u Tealate'ye teslim olup da günde beş vakit salaha ve felaha davet edilen hür insanların, her öğlen saat birde fabrika düdüğü öter ötmez patronlara kölelik etmeye başlamaları galiba dine pek sığmazdı. Zaten her dini bütün kişi 'abdullah' yani Allah'ın kölesi değil miydi? Herhangi bir abdullah'ın bir kölesi yani bir 'abdulabdullah'ı varsa köle sahibi bizzat kendisini şirk koşmuş olmayacak mıydı? Şirket işte buydu!
- dünya denilen gebergâhtaki en aşağılık insan o olamazdı ! Şurası bir hakikatti ki kendisinden de aşağı biri mutlaka vardı.
- Sonra sustu.
Hava kararmaya başladığında, belki dayanamadığından, ağzından şu sözler dökülmüştü:
"Her musikî, sesin değil de, aslında sessizliğin bir taklidi."
Derken şunu da söyledi:
"Musikî sessizliğe ne kadar yakınsa, o kadar da mükemmel olur."
Nihâyet şu sözleri mırıldandı:
"Kulakları hassas olduğu hâlde hiç bir şey işitmeyen kişi, O'nu dinliyordur."
Şunu da dedi:
"Sessizlik de bir perdedir. Sessizliği işitebilirsin. Es bile bu perdeye kıyasla, ses'tir.
Yüzünde bir hüzün belirdi ve dedi:
"İnsanlara neyi söylediğimi ve onları neye dâvet ettiğimi hemen hemen kimse anlamadı. Oysa onlara neyi ve ondan üflenen nefesini anlatmış, hepsini neye dâvet etmiştim. Kulağı olan işitti." - Gözün görevinin görmek değil, hakikati görmek olduğunu söyleyen alim aklına geldi. Hakikati gören gözün başka hiçbir şey görmesine gerek yoktu. Yedikule Kahini'nin yegane gözüne de bu şekilde perde indi. Ama kör olmasına rağmen hiçbir şey görmüyor değildi. Gözlerinin ona gösterdiği yegane şey, o uçsuz bucaksız karanlıktı. Tıpkı sessizliği dinleyen Eflatun gibi, kahin de sustu. Belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu.
- bunlar partaym dindardılar.
- "Galata'da gün çoktan başlamıştı. Sokaklar kalafatçıların testere gıcırtıları, demirciler ve Frenk tulumbacılarının çekiç tıngırtıları, pazarcıların mallarını öven haykırışları ve seyyar satıcıların sattıkları mallara göre perdesi değişen tiz ya da pes feryatlarıyla yankılanıyordu. Arap Camii'nden verilen selâ Erganunlu kiliseden kopup gelen nağmelere karışıyor; yollar, evler ve ticarethanelerde Cenevizli, Frenk, Yahudi, Ermeni, Rum, Müslim ve gayrı Müslim, toplam yetmiş iki milletten tüccarın pazarlık mırıltıları duyuluyordu. Yeniçeriler, kalyoncular ve kopuklar, ata yadigârı küfürleri imbikten geçirip onları son nezaket kırıntılarından arıtarak bini bir paradan savuruyor, birbirlerine gözdağı vermek için yatağanlarına davranıyorlardı. Rıhtım yedi iklim dört bucaktan gelen gemilerle doluydu. İskelelere yağ, şarap, zeytin ve barut fıçıları ve içlerinde baharat, fildişi, mamul eşya ve akla hayale gelmeyecek bir nice cins malla dolu denkler istiflenmiş, sırık hamalları tarafından götürülmeyi bekliyordu. Her milletten, her tabakadan, huyları, dinleri, dilleri farklı, fakat amaçları aynı olan insanların bulunduğu bir yerdi burası. Belinde yüz altmış filurilik acem şalı, kesesinde esedi altınların şıngırtısıyla zengin bir tüccar, atıyla bir kemerin altından başını eğerek geçerken, bacakları olmadığı için elleri yardımıyla sürünerek ilerleyen bir dilenci ondan Allah rızası için sadaka istiyordu. Akçe tahtaları üzerinde İspanyol kuruşları, Venedik dükaları, şerefiler, Osmanlı kuruşları, zolotolar, esediler, ve sümünler sayılıp keselere boşaltılıyor, keseler çuvallara yerleştirilip çuvallar da devasa sandıklara konuyor ve bu ağır yükü ticarethaneye taşıyan sırık hamallarına adam başı birkaç mangır veriliyordu. Çünkü burası sultandan çok paranın hükmünün geçtiği Galata'ydı." (S. 30)
- "Düşünüyorum, o halde varım. Düşünen bir adamı düşünüyorum ve onun, kendisinin düşündüğünü bildiğini düşlüyorum. Bu adam düşünüyor olmasından var olduğu sonucunu çıkarıyor. Ve ben, onun çıkarımının doğru olduğunu biliyorum. Çünkü o, benim düşüm. Var olduğunu böylece haklı olarak ileri süren bu adamın beni düşlediğini düşünüyorum. Öyleyse, gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum." (S. 237)