- Bir Alman alimin icadı olan ama Paşaoğlu'nun Beykoz'da cam üfleyen işçilere imal ettirip içindeki havayı tahliye ettirdiği bu tuhaf lamba, karanlıkta ortalığı aydınlatmıyor, fakat neşrettiği esrarengiz şuâ, önünde bulunan şahsın içine nüfuz edip adamın etinden geçerek arka tarafından çıkıyordu. Gel gör ki şahsın bedeninden geçen şuâ ile, adamın eti kemiği, midesi, ciğerleri, bağırsakları, arkada bir fotoğrafi aletindeki bromör darjan kaplı cam levha üzerine resmediliyordu. Öyle görünüyor ki ilim ve fen, zihniyetlerini gizlemeleri buyurulan mümin hanımlara tehlike arz edebilirdi. Hatta bu icadı işiten mütedeyyin bir terzi, hayır olsun diye kurşunla zırhlanmış feraceler dikmeye bile kalkmıştı. Ama mesire yerine gitmek üzere bu ağır elbiselerle Yemiş İskelesi'nden beş kadının bindiği kayık denize gömülüvermişti.
- İçtimaiyat tahsil etmiş, ünsüzlüğüyle ünlü bir filozof olan Bayram Envar Efendi'nin dediği gibi belki de, erkeğin kadını seçtiği bir cemiyet batarken, kadının erkeği seçtiği cemiyet refaha eriyordu.
- Mesela tasarruf ettiği parayı kendisine veren kişiyi tez zamanda zengin edeceğini vadeden simsarın yaşadığı şu apartmanı, tuğla yerine pandispanya ve harç yerine kremşanti, mala yerine krema spatulası ile sanki bir pastacı yapmıştı. Bu binanın aslında dik ve sert olması gereken pencerelerinin üzerine kremayı kavisli sıkarak yumuşacık at nalı kemerler vücuda getirmiş, hatta desteklesin diye, apartmanın sokağa taşan çıkmasının altındaki bindirmelerin bile salyongozvari olmasını münasip görmüştü.
- Hele hele, balo günleri Tötonya'nın önünde duran landodan, yumuşak omuzlarını ve fildişi boynunu gözler önüne sermiş ipek dekolte elbisesi ve ortadan ayrılıp fiyango ile süslenmiş bukle bukle alaşiyen saçlarıyla bir âhü inince, onu bakışlarıyla soyan bu uçkuruna gevşek sefihlerin gözlerinde şehevi bir pırıltı peyda olurdu. Daha iki kuşak önce dedelerinin güttüğü sığır "Oha!..." nidasının anlamını bildiği halde, karılarını karanlık bir zindan yerine kapkara çarşaflara hapseden bu namertler, kıza kavalyelik eden delikanlının onlara bakarak neden "Ohze! diye bağırdığına akıl erdiremezlerdi.
- (...) "Hayır tam tersi, pasta çok lezzetli. Suratımın kekrekliğine bakıp aldanmayın. Galata'da sirkeci Karailyadis'in ticarethanesinde, bu kokuyu teneffüs ede ede otuz üç senedir çalışıyorum. Gençliğimde neşeli ve mütebessimdim, sirke buharı yüzünden suratım böyle oldu," diye cevap verdi. Adamcağızın hali gerçekten acıklıydı. Yaşı elliyi geçmesine rağmen hiçbir kız evi, "Ekşi suratlı!" diye onu güvey kabul etmemiş, bu yaşında döl zürriyet sahibi olamamış, ama en kötüsü, eline bir kadın eli değmemişti. Adamın hayat hikayesini dikkatle dinlerken altı bardak maden suyu içen Paşaoğlu, onun aynı zamanda maharetli bir poker oyuncusu olduğunu da öğrendi. Çünkü oyunda kartlar dağıtılırken yüzü ekşidiği için, rakipleri, adamın eline kötü kağıt geldiğine hükmediyor, ne zaman rest çekse blöf sanıp görüyorlardı. Bu istidadı sayesinde daha şimdiden pokerde bir servet biriktirmiş (...)
- Cebinde bir kibrit olduğu takdirde bütün Dersaadet'i o saat yakabilecek tıynette olan velet o kadar yaramazdı ki, rivayet doğruysa çocuğun içine Şeytan girdiğine hükmedip bir şeytan kovucu çağırmışlar, gelen din adamı ayini başlatmış, ancak çocuğun ağzından o korkunç sesiyle konuşan Şeytan, "Bu yaramazın bedenindeyken çektiğim ıstırabı bir ben bilirim bir de Allah, fırsat verse çekip gideceğim ama çocuk beni bırakmıyor. Ben onu değil de o beni tutuyor. Ne olur beni ondan kovmak yerine onu benden kovun!" diye sızlanmıştı.
- "Yoh gafye yap! Yoh derliğimi gedir! Dümbüh! Gebeşaki! yoh dalgayı ayarla! Yok gazana gömür at! Yoh uyuma! Yoh galhma! hıyarağa! Yoh yimeği pişir Yoh helaya su döh! Yoh odanın dozunu al! Ibına!"
- (...) vakür ve izzet-i nefsine düşkün görünen bu hekim hastasına başını kaldırıp bakmaya bile tenezzül etmedi. Çünkü Sorbon'da dirsek çürütüp tam 12 sene tıp tahsil etmiş, her biri birer allâme olan hocalarca tedip ve terbiye edilmiş, ciltlerce kitabı sular seller gibi hıfz edip tıp ilmine vukuf hasıl etmişti. Bu haliyle, hele hele Dersaadet gibi bir yerde tek olunca, burnunun büyümesi kaçınılmazdı. İlminde derya gibi olduğundan, müşterilerini bir iç dünyaya sahip, şahsiyeti ve umutları ve en önemlisi bir ruhu olan insanlar gibi değil de, kendisine para ödeyecek bedenler olarak görmeyi huy edinmişti. Bu bedenelrin canlı olmasını elbette tercih ederdi. Çünkü ölüler para ödeyemezlerdi. İşte bu yüzden Jak Karako, İhsan Sait'in hüviyetine değil mahiyetine itibar etti.
- Şimdi çok uzaklardasınız. Ama hayır! Sinemde, kalbimin ta derininde olduğunuzu lütfen biliniz. Sizi daima görüyor, siz yaşıyor ve sizi seviyorum. Kalbimi aşkınız çarpıtıyor, nabzım sizin isminizi durmadan ve durmadan heceleyerek atıyor. Siz damarlarımdan akıp beni sarhoş eden şaraptaki hakikatsiniz.
- senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim 'gel' dememiz değil, ayrıca onların sana 'git' demeleri. hiç kimseye kötüdür deme. aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır. s.123