- sağırdı çünkü o ; kokularıma da , yeşillerime de , duruşuma da sağırdı. Sözün özü , insanoğlu benim soyumun dilini çözememişti henüz ; kokuca konuşsam da anlamazdı , renkçe konuşsamda...
- ... gitmek fiilinin altını çift çizgiyle en güzel trenler çizebilirmiş ona göre. Otobüs koltuğunda Ramses gibi kıpırdaman oturanlara, yolculuk ediyor denemezmiş doğrusu. Sonra, trenler her zaman bir sır taşıma olasılığı taşırlarmış. İnsanlar vagondan vagona geçtikçe , tuvalete , restorana gidip geldikçe , ilginç şeylerle karşılaşabilirmiş insan.
- yaşamı biriktirenler yalnızca bize yeni bir bulunmaz doğursun diye biriktirmiyorlardı kuşkusuz ; kimileri vardı ki o yaşamın içinde , bulunmaz'ı bulmak için yaratıldıklarına inanan bir sürek avcısıydılar ve henüz sözcüklerle sınırlandırılmamış olan her şeyin peşindeydiler.
- Masanın birinde genç, birindeyse yaşlı ve yorgundum..
- nedense hep tanrıya benzetiyordum onu ; sakalının her teli sise düğümlenmiş olan bu kalın kaşlı tanrı , yıllardır durup dinlenmeden konuşmuş konumuş da susuvermiş gibiydi. Ellerini apaçık göremiyordum ama, herhalde dağa ilk çıktığımızda nasılsa öyleydiler. Ceplerinde yani; bir cep dolusu hatıraya bekçilik eder , onları okşar , hatta onları ısıtırcasına ceplerinde. Parmak uçları bir şehrin çatılarına dokunuyordu belki , bir kadının odaları daraltan sesine banıyordu ikide bir , dilenen gazilerin avuçlarını okşuyordu daha sonra ve oradan , buğday tarlalarını geçerek misket ışıltılarının masalsı görüntüsüne doğru kayıyordu.
- O gün Tanrı'nın kendine sorduğu en zor bilmeceydin sen ve ben, çözmek bana düşmüş gibi sevinçliydim. Çekirdek çıtırtılarıyla kırmızı iğde kabukları arasında kaybolamayacak kadar güzel ellerin vardı...
- Beni sen , seni ben kadar çoğaltacak olan bu satırları şarap şişesinin yanında bulup okumaya başladığında, Alyoşa'nın anısını hafifletmek için yazdığımı anlayacaksın belki , bilmiyorum. Ama , ne zaman doğduğumuz sorulduğunda hep anamızın bacakları arasından çıktığımız tarihi belirtmemize rağmen , artık insanları analardan çok yaşamın doğurduğunu biliyorum.
- Derken . bir gün , portakal yanaklı kadın çıktı karşıma. Şehri aylak aylak dolanan , gürültülerin içinde eriyen , anlamsız kıvrılışlarla birbirini kollayan , daralıp tıkanan ve ter kokan sokakların hepsi onun göz çukurlarından geçiyordu. Koltuk altlarına doğru yayılan iri memeleriyle , yıllardır görmeyi umduğum birini hatırlatıyordu bana. Çocukluğumda sıcaklığına sığındığım allı güllü bez bebeğimin büyümüşü , sigara tüttürmeyi öğrenip konuşmayı sökmüşüydü sanki. Onunla göz göze geldiğimde ister istemez çocuklaşıyordum.
- Ellerini apaçık göremiyordum ama , herhalde dağa ilk çıktığımızda nasılsa öyleydiler. Ceplerinde yani ; bir cep dolusu hatıraya belçilik eder, onları okşar , hatta onları ısıtırcasına ceplerinde. Parmak uçları bir şehrin çatılarına dokunuyordu belki , bir kadının odaları daraltan sesine batıyordu ikide bir , dilenen gazilerin avuçlrını okşuyordu daha sonra ve oradan , buğday tarlalarını geçerek misket ışıltılarının masalsı görüntüsüne doğru kayıyordu.
- ya da bir kadın , ellerini bir çift güvercin kadar günahsız sayan bir kadın , taşıdığı son kuşkunun karanlığına dikiyordur gözlerini onu bulmak için. Bulamıyordur tabi... Bir kapının belleğindedir şimdi o . Sokaktan gelip geçenler , bu yüzden , gri bir eksiklik buluyorlardır kapıda. Derken , bu eksiklik fark edile edile büyüyüp eşiğe damlıyordur bir gün ; iç sızısı gibi günden güne derinleşip oyuyordur orayı ve gözlerini taşıdığı kuşkunun karanlığına diken kadın , eve girip çıkarlerken çocukların o çukura düşmelerinden korkuyordur. Çünkü yaşam birçok ad vermiştik bu tür çukurlara , kötü kötü adlar , kirli kirli , acınası ve değişik ; ve çocukların başları dönüp ayakları sürçerse yüzlerce çukura düşeceklerdir bu yüzden ve bu yüzden , cam dibinde oturmalara dönüşüyordur kadının korkusu , birdenbire dönüp bakmalara , ansızın ürpermelere ve dalıp dalıp gitmelere dönüşüyordur. Sonra gitgide derinleşen çukur çocukları yutmasın diye , onlar sırtlarında cephane sandığını andıran çantalarıyla okuldan eve dönerken , eşikten yola kadar uzanıp bir köprü oluyordur kadın ; etten ve kemikten bir köprü. Ama , bu denli kimsesiz ve zorunlu bir köprülük, fena halde yoruyordur onu. Geceleri yastığına başını koyup gözlerini tavana diktiğinde , yasaların da gri sakallıyı beklediğini düşünerek , bir süre avunuyordur. Bekleyişine yasaları ortak ediyordur bir bakıma ve kim bilir , diyordur , kim bilir kaç madde , kaç fıkra , kaç bent bekliyordur onu. Onlarla birlikte , kim bilir kaç kelepçe? Oysa her şey boşuna kim kimi bulabilir ki ?