- Beş yüzyıl zarfında, 700 ile 1200 yıllları arasında İslam, medeniyetinin üstünlüğü sayesinde dünyaya hâkim olmuştu... "Marakeş'te halife En-Nasir İbn-ı Rüşd (Averroes) ile Aristo ve Platon hakkında tartışırken aynı zamanda batıda aristokrat kesimi okuma yazma bilmemekle övünüyordu". Emevî Sultanı mütefekkir Hâkim 400.000 ciltlik kütüphaneye sahip idi ve 400 yıl sonra "Bilgin" lakaplı Fransız kralı V. Şarl ancak bin adetten az fazla bir kitap sayısıyla övünebildi. 891 yılında Yakubî Bağdat'ta 100'den fazla kütüphane saymaktadır. "Bu devirde edebiyat ve sanata yardım etmeyecek birinin zengin olması düşünülemezdi". (Rissler). Irak'ın küçük bir kasabası olan Nadife'de bulunan kütüphanenin içinde 40 000 cilt kitap, Hama'lı Kürd prensi Ebu'l-Fidaa'nın şahsi kütüphanesinde 70 000 cilt, Güney Arabistan'da olan Resulid el- Muayid'in kütüphanesinde 100 000 cilt, Maraga'da 400 000 cilt kitap bulunuyordu ve Rey'de bulunan kitapların tasnif edilmesi için 10 büyük katalog gerekiyordu. Fakat en kapsamlı kütüphane 6.500 cilt matematik ve 1.800 cilt felsefeden olmak üzere toplam 1.600.000 cilt kitaba sahip olan Kahire'deki El- Azîz'in kütüphanesidir. Buhara'da bulunan kütüphaneye gelince meşhur Avicena (İbn-i Sina) burada "dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan" kitaplar gördüğünü söyler.
- İslam ahlakı ne yasak şeylerin neler olduğunu öğretmek, ne de "susuzluğumuzu giderecek bütün suları kuşatan duvar" olmak istemez. Bizden istediği tek şey "sınırları geçmememiz" (Kur'an'da çok sık bulunan kavram), mutluluk ve eğlencelerin sağlıklı ve temiz olmasını, kadınlara gelince de onlara "azgınlar gibi değil iffetli kocaları olarak yaklaşmamızı" istemektedir (Nisa, 34).
İslam arzuların yok edilmesi değil, kontrol edilmesini ister. Seksin boğulmasını değil, seks disiplini talep eder. İslam'a göre doğanın olduğu yerde şeytan değil Allah ve Onun eseri vardır. Bu sebeple İslam, sadece ibadet, fedakârlık, tevbe (itiraf), zühd, iyilik ve sevgi kavramlarıyla ifade edilemez. Beden, iktidar, mücadele, adalet, sağlık, ilim, ödül ve güç kavramlarının kullanılması kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Fakat İslam'ı hakikaten anlamak, bu kavramları, batı medeniyeti insanının duyduğu ve anladığından farklı şekilde kavramak da şarttır.
Abdest basit bir yıkanma ve zekât da sadaka (batıda tercüme edildiği ve anlaşıldığı gibi) olmadığı gibi, İslam'ın bu dünyayı kabul etmesi ve benimsemesi de batı tarzı bir materyalizm değildir. Bir din bu dünyayı düzenlemeye davet etmekle kendini aştığı vakit, o zaman mücadele, refah ve güç kavramları, aşkın ve mutlak bir şeyin özelliği olan bir çeşit ahlakî mana kazanırlar.
Hayat karşıtlığını önermeyerek İslam özel hayatın, zevkin hatta seksin, sınırlar dâhilinde kalmasını sağlamıştır. Bu İslam toplumunun milyonlarca yığınları için tek bir gerçekti ve gerçek olarak kaldı. Azgınlık ve aşırılık, sadece halkın çok azını oluşturan fakat edebiyatta dengesiz veya dışlayıcı bir biçimde yer alan yüksek tabakalarda ve saraylarda vardı ve bu durum basit okuyucu nezdinde İslam toplumlarının genel ahlakî durumları ile alakalı hatalı bir tesir yaratabilir. Aynı zamanda İslam tarihi esnasında püritenizm (yobazlık) ve ahlaksızlıktan da bahsedilmektedir. O durum çelişki değildir: Sıkı takip, sertlik ve püritenizm ezici çoğunluk olan normal insanların evlerinde, fuhuş ise saraylarda mevcuttu.
Bedenin, seks ve arzuların yok edilmesi için aşırı talepler normal insanın imkânları dışındadır ve tam tersi bir sonuca; bazı çeşitlerinin batıda görülmeye başlayan seks seline götürebilir. Kierkegaard, Hıristiyanlığın antierotik duruşu sebebiyle cinsel problem yarattığını söylüyordu, Deniş de Rugemont ise (Aşkın Mitleri) "erotiğin, asırdan aşıra devamlı olarak normal insanların talepleri ile çatışan, sadece Hıristiyanlık normları ve Hıristiyan ahlakıyla sarsılan Avrupa'da karmaşıklığa sebebiyet verdiğini söylüyordu". Aslında, Avrupa toplumu aynı anda, aşırı antierotik olan Hıristiyan ve "yaşanması gereken tek ve biricik hayatın varlığına inanan" materyalist, iki, birbirine karşıt olan ideolojinin etkisiyle gelişiyordu. Hıristiyanlığa dayalı olan alternatifin ulaşılmaz olduğu ortaya çıktığı için, pratikte, bunun böyle olduğunun ne ölçüde kabul edildiğine bakılmaksızın, ikinci (materyalist) düşünce galip geldi. İslam, diğer birçok meselede olduğu gibi, cinsel hayat hususunda da orta yolu araştırıp buluyordu. O, olabilirlik felsefesi idi ve öyle kaldı. - Tehdit ve acılar pahasına başı dik ve doğru kalmak mı, yoksa haysiyet ve şeref denilen değerleri ayaklar altına almak pahasına konfor, çıkar ve hayatı korumak ikilemin cevabına -ki bu durum her insanın günlük hayatında sürekli olarak tekrarlanıp durmakta- dünyanın bütün bilimleri ve enstitüleri bir saç teli mesafesi kadar yakınlaştıramamaktadır. İnanmak veya inanmamak sorunuyla olduğu gibi bu ve benzer meselelerle karşı karşıya kalan her insan tamamen yalnız başına kalmaktadır. Sadece ve sadece Vahiy bu "yalnızlığı" dağıtmaktadır. Cevap sadece orda bulunmaktadır. Bu sebeple vahiy sadece çok kıymetli bir şey değil o aynı zamanda en büyük ve yeri doldurulamaz bilgidir.
- Din, aklın ürünü değil, fakat onunla çatışma içinde de değildir. İlim ve bilgi, dini yargılamak ve ya onu tesis etme imkânına sahip değilse de, onu zenginleştirebilir ve heyecanımız ile derin düşünmemizin sınırlarını kıyaslanmayacak derecede genişletebilirler: "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün birbiri ardından gelmesinde; ayakta iken, otururken ve yatarken Allah'ı anan, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünen ve: 'Ey Rabbimiz! Sen bütün bunları anlamsız ve amaçsız olarak boşuna yaratmadın. Seni tenzih ederiz. O halde ateşin azabından bizi koru!' diyen gönül erbabı için deliller vardır." (Ali İmran, 190-191). "
- Din söz konusu olduğunda insanları genel olarak, inanan ve inanmayanlar olarak ayırırız. Dikkat edelim ki bu ayırım çok sathî ve epey basitçedir. Bunun içinde en kalabalık olan, üçüncü topluluk eksiktir. O topluluk kendini inanan sayan ve öyle ifade eden fakat hakikatte öyle olmayan kimseler topluluğudur. Onlar az ya da çok Allah'a ibadet eden, bayramları kutlayan, dinin belli bazı "adet" ve sembolleri yerine getiren, fakat onlar korkudan savaş alanından hemen kaçan, ticarette son derece soğukkanlı olarak aldatan, vicdan azabı duymadan başkasının sırtından geçinen, içki içen ve eğlenen, bin sene yaşayacakmış gibi hayatlarını, mallarını ve makamlarını korkuyla koruyan veya kendilerin den güçlü olanlara esirmişçesine yalakalık yapan kimselerdir v.s. Bu tip insanların belirgin özellikleri korkudur. Hayat için korku, mal için korku, makam ve mevki için korku. Bir güç sahibi veya hükümetin desteğini kazanmak için çabadır onların yaptıkları. Bütün bu korkular arasında bir tek korku eksiktir: Allah korkusu. Bu ruhla ve böylesine belirsiz ve ikiyüzlü atmosferde kendi nesillerini büyütürler.
Ancak bu üçüncü kitlenin varlığını dikkate aldığımız zaman, dünyada birçok şeyi daha kolay anlamaya başlarız ve neler olduğu ile neden öyle olduğunu anlama imkânına kavuşuruz. Bugünkü İslam dünyası, içinde gerçek dinin az, fakat sözel, şeklîdinin çok olduğu tipik örneğidir. Hiçbir yerde dine adanmıştık yok -fakat aynı zamanda ve sadece prensip olarak- din kayıtsız olarak öne çıkarılır ancak aynı dinin somut taleplerinin pratikte bu kadar az yerine getirildiği görülmemiştir. İşte bu paradoks, şekil ve içeriğin bu karşıtlık durumu, İslam ülkelerinin çoğundaki vaziyeti açıklayabilir. Belki bu, iradesiz ve hareketsiz bir durum olmayan, artık uyuşukluktan uzak ancak hakikî yönü ve neticesi olmayan kendine has bir yerde sayma ve zaaf durumudur. - Gerçek kökenini bilmediğim, fakat kesin olarak İslam'dan kaynaklanmayan itaatin bu mutsuz felsefesi mükemmel ve bahtsız bir şekilde birbirini tamamlamaktadır: Bir taraftan o, canlı olanları ölü haline getirmekte, diğer taraftan ise din adına yanlış ülküleri ön plana çıkararak, daha yaşamadan evvel ölen kimseleri İslam'ın etrafına toplamaktadır. O, normal insan mahlûklarından, suç ve günah duygularının takibatında, aynı zamanda hakikatten kaçan ve pasiflik ve tesellide sığınak arayan hayatı ıskalamış şahsiyetler için çok cazip olan, kendinden emin olmayan insanlar yaratmaktadır. Günümüz uyanış asrında, bizzat İslam düşüncesinin savunucuları veya kendini öyle tanımlayan kimselerin her türlü karşılaşmayı (kavgayı) rutin olarak kaybetmeleri ancak bu şekilde açıklanabilir. Yasaklar ve ikilem felsefeleriyle ağa yakalanmış olan yüksek ahlak sahibi bu insanlar, ne istediklerini bilen ve hedeflerine ulaşmak için her aracı mubah gören, daha az ahlaklı, az medenî fakat kararlı ve acımasız karşıtlarıyla karşılaştıklarında kendilerini ikinci derecede (alt, aşağı seviyede) görmektedirler.
Müslüman halkları idare eden kimselerin İslam içinde terbiye görmüş ve İslam düşüncesinden esinlenmiş kişilerden olmalarından daha tabii ne olabilir? Ancak onlar bunu basit bir sebepten dolayı başaramamaktadırlar: İdare etmek için değil idare edilmek için eğitilmişlerdir. Müslüman ortamında bizzat Müslümanların topraklarına hâkim olan yabancılara, yabancı fikirlere ve siyasî ve ekonomik zulüme karşı direnç göstermelerinden daha mantıklı bir şey ne olabilir? Ancak onlar bunu yine o bilinen sebepten dolayı yapamamaktadırlar: Seslerini yükseltmek için değil, itaat etmek için eğitilmişlerdir.
Müslüman değil, tebaa... Mükemmel, sakin, tam tebaa. Neredeyse uşaklar eğitiyorduk (veya topluyorduk). Bizimle her türlü iktidara ne mutlu! Fitne, esaret ve adaletsizlik dolusu olan bir dünyada, gençliğe sakınmasını, sakin olmasını, itaat etmesini öğütlemek aynı zamanda kendi halkının ezilmesi ve esir edilmesinde ortak olmak değil midir? Söz konusu psikolojinin birçok bakış açısı vardır. Onlardan biri her zaman tekrarlanan geçmiş hakkındaki hikâyedir. Gencimize İslam'ın ne olması gerektiği değil, eskiden ne olduğu anlatılmaktadır. O, Alhambra ve geçmişteki fetihleri, Binbir Gece'nin şehrini, Semerkand ve Kurtuba'daki zengin kütüphaneleri bilir. Onun ruhunu devamlı olarak geçmişe doğru çevirmektedirler ve o, ondan yaşamaya başlar. Tabiî ki geçmiş önemlidir. Ancak bugün, eski atalarımızın yaptığı mükemmel güzellikteki tüm camileri saymaktan çok, mahallemizdeki mütevazı camimizin eskimiş çatısını tamir etmek daha önemlidir. Hatıralardan ve geçmişi arzulayarak yaşamaya sebep olacaksa eğer, bütün o muhteşem tarihi yakmak gerekecek galiba. Eğer, geçmişte yaşanamayacağını ve kendimizin bir şeyler yapmamız gerekeceğini öğrenmemiz şart olacaksa, o muhteşem abideleri yakmak daha iyi olur. - Her şeyden evvel, gençlerde bulunan güçleri öldürmemelerini tavsiye edebiliriz. Öyle yapacaklarına, onları yönlendirsin ve belli bir şekle soksunlar. Onların uyuşuğu Müslüman değildir ve ölü birini İslam'a "çevirmenin" imkânı yoktur. Müslümanları eğitmek için insanları eğitsinler, hem de en mükemmel ve kapsayıcı şekilde. Onlara tevazudan çok şeref ve haysiyet, teslimiyetçilikten çok cesaret, merhametten çok adalet hakkında konuşsunlar. Kendi yolundan gidecek ve bunun için kimseden izin istemeyecek şeref sahibi bir nesil yetiştirsinler.
Çünkü aklımızda hep tutalım: İslam'ın ilerlemesini -her türlü ilerlemeyi olduğu gibi- sakin ve teslimiyetçi kimseler değil, cesur ve itiraz (isyankâr) ruhlu kimseler gerçekleştirecektir. (Kasım, 1971) - İslam'ın bütün veya neredeyse bütün hükümlerinin başına gelmiştir. İslam, boş ve muhtevasız bir ritüele indirgendi. Tabii olarak da, gerçek hayattaki sonuçlar da aynı şekilde yenilgi vericidir. Bu sebeple de, bana biri "İslam nedir?" diye sorduğu ve özellikle de bunu çocuğum yaptığı zaman cevabım şu olacaktır: İman etmek ve iyi amel işlemektir. Ondan sonra da namaz, oruç, zekât ve hac hakkında konuşurum ve sonunda da şunu vurgularım, bunlar ibadetlerdir. Eğer senin ruhun Allah'a olan imanla ve davranışların iyilik etmekle doluysa onlar İslam'a aittir. Yok eğer bunlar yoksa bu ibadetler diğer bütün boş inançlar gibi anlamsızdırlar. Söz konusu durum, bütün insanî yorumlara ve uygulamalara rağmen, her zaman yeniden İslam'ın kaynaklarına ve ana kaynak olarak da Kur'an'a neden dönmemiz gerektiğini açıklamaktadır. İslam'da sadece Kur'an tam ve bütün bir hakikattir. O Allah'ın kelamıdır. Şartlar insanîdir, çok fazla insanî...
- Öyle reformlar vardır ki içinden bir milletin bilgeliği ortaya çıkarken, diğer taraftan ihanetlerin en büyüğünü barındıranlarda vardır. Yakın tarihimizde Japonya ve Türkiye örnekleri bu hususta klasik durum arz ederler.
XIX. asrın sonu ve XX. asrın başında bu iki ülke benzer ve kıyaslanabilir durum arz ediyorlardı. İkisi de eski imparatorluk, kendine ait yapıları ve tarih içinde kendi yerleri belli olan ülkelerdi. İkisi de gelişmişlik bakımından birbirine yakın ve hem imtiyaz hem de yük olabilecek muhteşem tarihe sahip idiler. Tek kelimeyle bu ikili gelecek için hemen hemen aynı fırsatlara sahipti.
Ondan sonra iki ülkede de bilinen reformlar gerçekleşti. Başkasının değil, kendi hayatını yaşamak için Japonya ilerlemeyi ve geleneği birleştirmeye çalıştı. Türkiye ile alakalı olarak, onun modernistleri tam tersi bir yol seçmişlerdi. Bugün Türkiye üçüncü sınıf bir ülke, Japonya ise dünya milletlerin zirvesine çıkmıştır.
Yazı meselesinde Japon ve Türk reformistlerin gösterdikleri tavırdaki anlayış farkı, başka konulara nazaran, belki en açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Basitliği ve sadece 28 harfli olan arap yazısı, (Osmanlıca) bu özellikleri sebebiyle dünyanın en mükemmel ve yaygın yazısıdır, Japonya kendi Latinlerin (Romalılar) teklifini reddeder. O bütün reformlardan sonra ancak 46 işaret yanında 880 Çin ideogram (anlamı belirten işaret) olarak tespit edilen ve karmaşık (komplike) olan kendi yazısını korur. Bugün Japonya'da okuma-yazması olmayan bulunmamaktadır, Türkiye'de ise -harf inkılâbından 40 sene sonra- nüfusun yarısından fazlası ümmidir. Bu durum bir sonuçtur ve bu konuda âmâ olanlar dahi görmeye başlamalıdır.
Sadece bu değil. Çok kısa bir süre sonra, yalnızca basit tescil aracı olan yazının sorun olmadığı anlaşıldı. Gerçek sebepler, sonra da sonuçlar, hakikatte çok daha derin ve önemli idi. Bütün medeniyetlerin özü ve ilerlemesi, yok edilmesi ve inkâr edilmesine değil, devam ettirmesine bağlıdır. Yazı, milletin tarihteki devamını sağlar ve "akılda tutma" şeklidir. Arap harflerinin kaldırılmasıyla Türkiye için, yazıda korunan geçmişin bütün nimeti kaybolmuş oldu. Bir çok diğer "paralel" reformlarla beraber, yeni Türk nesli kendini manevi dayanaktan yoksun ve adeta bir çeşit manevi boşluk (vakum) içinde buldu. Türkiye kendi "hafızasını", geçmişini kaybetti. Bu durum kime gerekli idi? - Kur'an-ı Kerim kanun otoritesini kaybedip, buna karşın eşyaların "kutsal"! oldu. Kur'an-ı Kerim'in araştırılmasında ve yorumlanmasında bilgeliğin yerini ince ince (kafa ütüleme) yorumlar, büyük fikirlerin yerini okuma becerileri aldı. Devamlı surette İlahiyat formalizmin tesiri altında Kur'an-ı Kerim hep daha az (anlayarak ve manası düşünülerek) ve daha çok (güzel sesle) okundu ve mücadele, doğruluk, şahsi ve maddi fedakârlıklar hakkındaki emirleri, tembelliğimize aykırı ve sevimsiz olarak, güzel sesle okunan Kur'an-ı Kerim metninin zevk veren (rahatlatan) sesi içinde eriyip gitti. Bu doğal olmayan durum yavaş yavaş normal olarak kabul edilmeye başlandı, çünkü bu vaziyet, sayıları her geçen gün artan ve Kur'an-ı Kerim'le yollarını ayıramayacak durumda olan, fakat aynı zamanda hayatlarını onun isteklerine göre düzenleyecek kudrette olmayanların işine gelmekteydi.
Kur'an-ı Kerim'in (sesli olarak) aşırı okunmasındaki (veya ezbere okumasındaki) psikolojik açıklamayı burada aramak gerekir. Kur'an-ı Kerim'i (sesli olarak) okuyor, yorumluyorlar sonra yine (sesli olarak) okuyorlar, inceliyorlar ve sonra yine (sesli olarak) okuyorlar. Bir defa olsun uygulamak zorunda kalmamak için cümlesini binlerce defa tekrarlıyorlar. Hayatta nasıl uygulanacak sorusundan kaçmak için Kur'an-ı Kerim'in nasıl okunması gerektiği hususunda geniş ve itinalı bir ilim ürettiler. Nihayetinde, Kur'an-ı Kerim'i, anlaşılan bir manası ve içeriği olmaksızın çıplak bir ses haline getirdiler.