- Köpeklerin tanrısı, kedilerin tanrısı, yoksulların tanrısı olabilirsin, elinde bir tasma, biraz ciğer, biraz servet olması bunun için yeterlidir, ama bir ağacın efendisi olmayacaksın.
- Insanlardan nefret ettiğin anlamına gelmez bu, ne diye onlardan nefret edesin ki? ne diye kendinden nefret edesin ki? keşke insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde getirmeseydi; keşke hayvanlar aleminden çıkıp aşılan o birkaç gülünç adımın bedeli, sözcüklerin, büyük tasarıların, büyük atılımların o dinmek bilmeyen hazımsızlığı olmasaydı! karşı karşıya getirilebilen başparmaklara, iki ayak üstünde duruşa, omuzlar üzerinde başın yarım dönüşüne fazla ağır bir bedel bu. yaşam denen bu kazan, bu fırın, bu ızgara, bu milyarlarca uyarı, kışkırtma, tembih, coşkunluk, bu bitmek bilmeyen baskı ortamı, bu sonsuz üretme, ezme, yutma, engelleri aşma, durmadan ve yeniden baştan başlama makinesi, senin değersiz varoluşunun her gününü, her saatini yönetmek isteyen bu yumuşak dehşet.
- Yalnızsın. Yalnız bir adam gibi yürümeyi, aylak aylak dolaşmayı, sürtmeyi, bakmadan görmeyi, görmeden bakmayı öğreniyorsun. Saydamlığı, hareketsizliği, varolmayışı öğreniyorsun. Bir gölge olmayı ve insanlara sanki hepsi birer taşmış gibi bakmayı öğreniyorsun. Her lokmayı çiğnemeyi, ağzına götürdüğün her parça yiyecekte aynı manasız tadı bulmayı öğreniyorsun. Resim galerilerinde sergilenen tablolara sanki duvar parçalarıymış, tavan parçalarıymış gibi, duvarlara, tavanlara da yağlıboya resimlermiş gibi bakmayı öğreniyorsun, üstlerindeki hep başa dönen onlarca, binlerce yolu, amansız labirentleri, kimsenin çözemeyeceği metni, parçalanmakta olan yüzleri bıkmadan yorulmadan izliyorsun.
- Ağza alındığında ıstırabı yatıştıracak bir sözcük yok muydu?
- Boşluğun ortasındaydılar, dik yollardan, sarı kumlardan, lagünlerden, gri palmiyelerden oluşan insansız bir dünyaya, anlamadıkları, anlamaya da çalışmadıkları bir dünyaya yerleşmişlerdi, çünkü geçmiş yaşamlarında bir gün bile belli bir görünüşe, ortama, yaşam tarzına göre biçimlenmeye, değişmeye, kendini uydurmak zorunda kalmaya hazırlanmamışlardı. (Sf: 90 - Metis Yay. - 2. Baskı - Sevgi Tamgüç çev.)
- Gerçek gidişler uzun zaman önceden hazırlanır. Bu öyle olmamıştı. Daha çok bir kaçışı andırıyordu. (Sf: 81 - Metis Yay. - 2. Baskı - Sevgi Tamgüç çev.)
- Bu tür gelecek pek iç açıcı değildir. Sövüp saymadan, kimse buna angaje olamaz. ''Ne yani -diyecektir çiçeği burnundaki genç adam- şiirleri, gece trenlerini, sıcacık kumları düşleyen ben, çiçekli kırlarda gezeceğim yerde, günlerimi bu camlı bürolarında mı geçireceğim, terfi etme umutları mı besleyeceğim, hesaplar mı yapacağım, entrikalar mı çevireceğim, isteklerime gem mi vuracağım?'' Ve kendini avuttuğunu sanarak, taksitli satışların tuzağına düşer. Düştü mü de tam düşer: Sabretmekten başka çıkar yolu kalmayacaktır artık. Ne yazık ki çektiklerinin sonu geldiğinde, genç adam artık eskisi kadar genç değildir, üstelik de önceki mutsuzluğuna ek olarak, sanki yaşamı geçip gitmiş, bu yaşam bir hedef değil salt çabalamaymış gibi görünebilir; bu düşünceleri kafasından uzaklaştıracak kadar aklı başında ve tedbirli olsa bile -çünkü yavaş yavaş yükseliş ona büyük deneyim kazandıracaktır- kırk yaşına geleceği ve işine ayırmadığı birkaç saatçiğinin de yazlık ve kışlık evlerinin dayanıp döşenmesiyle, çocuklarının eğitimiyle geçeceği bir gerçektir. (Sf: 50, 51 - Metis Yay. - 2. Baskı - Sevgi Tamgüç çev.)
- Özgürlüğe vurgundular. Dünya onlara göreymiş gibi geliyordu; tam susuzluklarının ritmine göre yaşıyorlardı, taşkınlıkları da dindirilecek gibi değildi; coşkuları sınır tanımıyordu artık. Bütün gece boyunca yürüyebilir, koşabilir, şarkı söyleyebilir, dans edebilirlerdi. (Sf: 41 - Metis Yay. - 2. Baskı - Sevgi Tamgüç çev.)
- Bir delikanlı vardı. Adı Karamanlisti . Ya da onun gibi birşeydi : Karawo ? Karabaş ? Karafol ? neyse , lafı uzatmayalım , adı Karabişi'ydi. ..
- Bir noksanlık vardı. Hiçbir insanın algılamadığı, bakmadığı, duymadığı bir boşluk vardı. Biri unutulmuştu. Kaybolmuştu. Kayıptı.