- Elmas hırsı söz konusu oldu mu ne fakir ile zengin arasında bir fark kalıyor, ne tamahkarlığın sonu geliyordu. Hiç elması olmayan biri muhakkak bir tane edinmek, elması olansa daha fazlasına erişmek istiyordu. Namussuzluk, açgözlülük ve zalimlik, genç yaşında bunların hepsini görmüştü bu elmas. Tüccarlar, gezginler, denizciler, askerler ve casuslar onu elde edebilmek uğruna ne ihanetler etmişlerdi birbirlerine. Onun girdiği hanelerde hizmetçiler hanımlarına hürmetle hizmet etmiş, hanımlar kocalarını çıkarcılıkla sevmiş ve kocalar kendilerini daha bir muktedir hissetmişlerdi. Muğlaklıklar netleşmiş, kur yapmalar evlilikle son bulmuş, dostlar düşmanlara, düşmanlar yandaşlara dönüşmüştü. Saf kardan yansıyan güneş ışığı gibi, kehribar elmas da çevresindeki her şeyi daha parlak ve net kılmış ama kendi karanlığını da beraberinde getirmişti.
- İnsan ömrü kısaydı, bir kurtcuğunkinden farksız. Ya da ipekböceğininkinden. Ademoğulları, Havvakızları tuhaf mahluklardı. Kurtçuğa benzetsen alınır, ipekböceğine benzetilmekten keyif duyarlardı. Böceklerden iğrenir ama parmaklarına uğurböceği konsa hayra alamet sayarlardı. Sıçanlardan tiksinir, sincaplara bayılırlardı. Akbabaları itici, kartalları heybetli bulurlardı. Sinekleri hor görür, ateşböceklerine bayılırlardı. Bakır ve demire ehemmiyet vermez, altına taparlardı. Ayaklarının altındaki taşlara dönüp bakmazken mücevherler için delirirlerdi.
- Halbuki hayat bir devridaim idi. O beğenmedikleri nesneler de en az beğendikleri kadar elzemdi. Bu alemdeki her parça, bir başkasını geliştirmek, iyileştirmek, değiştirmek için yaratılmıştı. Ne sivrisinek ateşböceğinden önemsizdi, ne de pirinç altından. Yüce sarraf, böyle tasarlamıştı kainatı.
- Kadın isimleri neden erkek isimlerinden bu kadar farklıydı ki? Kadınlara neden sanki hayal ürünüymüşler gibi masalsı ve rüyamsı isimlerin verildiğini merak ederdi. Erkek isimleri hep cesaret, iktidar ve yetki ihtiva ediyordu; mesela Muzaffer, Faruk ya da Hüsamettin. Oysa kadın isimlerinden yansıyan, kırılgan bir zerafetten ibaretti - porselen bir vazo gibi. Nilüfer, Gülseren ya da Binnaz gibi isimlerle, kadınlar bu dünyanın süsleriydi adeta; alaca bulaca kenar oyaları. Oysa o John B. Ono olmak istiyordu. Mert, metin ve erkeksi. Sütyene ihtiyacı olmayan bir isim.
- Bir muammaydı insan bedeni. Mücadeleciydi. İnsanlar bunun pek farkında olmasa da gerçek bir savaşçıydı beden, ruhtan çok daha dayanıklıydı. Ama tüm cesur savaşçılar gibi onun da zaafları vardı. Bilinmeyenden korkardı. Direnmek, saldırmak, yıldırmak ve un ufak etmek için önce tanıması gerekiyordu düşmanını. Neye karşı savaştığını bilmezse galip gelemezdi.
- Tanrı hepimizi salyangozlar gibi yaratmış olsaydı çok daha az gönül yarası ve ıstırap olurdu şu dünyada.
- İnsanlar kalbiselim doğup sonradan mı bozuluyorlardı? Yoksa daha ana rahmine düştükleri anda kötülük tohumlarıyla donanmış mı oluyorlardı?
- Ne kadar saf ve kusursuz da olsa inci, istiridye kabuğunun içine giren bir toz zerreciğinden oluşuyordu. Demek ki çirkin bir cisim bile şahane bir varlığa dönüşebiliyordu.
- Kucağına aldığı her yeni doğmuş bebeğin minik ayak parmaklarına, gül dudaklarına, mantı burnuna bakıp bu mükemmel yaratığın iyilikten başka bir şey barındıramayacağını düşünürdü. Öte yandan, dünyaya gelmesine yardım ettiği bebeklerin bir kısmı büyüyünce dolandırıcı, yalancı, haydut, tecavüzcü, hatta seri katil olacaktı. Eğer bir çocuğun neye dönüşeceğini bilse aralarından bazılarını doğurtmamayı tercih eder miydi? İnanması zordu ama dünyaya getirttikleri bebekleri öldüren ebeler olmuştu. Hazreti İbrahim'in hikayesinde olduğu gibi.
- Kral Nemrut'un hırsının sonu yokmuş. Günlerden bir gün başmüneccimi, İbrahim adlı bir çocuğun doğumuyla saltanatının sonunun geleceğini söylemiş. Tahtından feragat etmeye niyeti olmayan Nemrut, imparatorluğunda doğan her oğlanın öldürülmesini emretmiş. Zengin çakır gözetmeden, hepsini. Böylece işe koyulmuş ebeler. Önce bebeklerin doğumuna yardım ediyor, sonra da erkek olanları boğduruyorlarmış. Ama İbrahim'in annesi bu vahşetten kaçmayı başarmış. Bir mağarada kendi başına doğum yapmış. İbrahim büyüyünce ceberrut Nemrut'a başkaldırmış. Öfkeden delirmiş kral. Genç yaşlı herkese, günler boyu yanacak devasa bir ateş için odun toplamaları emrini vermiş. Ardından İbrahim'i ateşe attırmış. Alevler peygamberin her yanını sararken, müminleri kendilerini yere atıyor, ağlaşıp bağrışıyorlarmış. Ama İbrahim, beyazlayan bir tutam saç dışında hiçbir yerine zarar gelmeden, yürüyerek çıkmış alevlerin içinden. Rab ateşi suya, yanan korları solungaçlara dönüştürmüş. İşte Urfa'daki kutsal göl ve içindeki kutsal balıklar böyle oluşmuş.