- Kıyamet dediysek, alevlerin meali herkes için bir olacak değil elbet. Malum ya, her yangın nice insanı inim inim inletirken, bir de bakmışsın ki kiminin de yüzünü güldürür. Belki de budur bu işlerin hikmeti. Ne safi kötülük, ne de safi iyilik. Ne de olsa, kötünün en okkalısı bile, bazı bazı, bazılarına, mucizevi bir merhem terkip eyleyip, cılk yaraları iyileştirir. İnanması ne denli zor olsa da, kiminin ruz-ı mahşeri, kiminin ruz-ı hızırı oluverir.
- Ne safi kötülük; ne safi iyilik... Her daim, her yerde, İ-ki-baş-lı-lık...
- Komşuluk bir kaderdaşlık demekti; ister mecburiyetten olsun, isterse can u gönülden.
- "Rabbim aklım sana emanet. Ayağını denk al mandagöz karı, sonra bilmem ha!" "Haydi oradan gudubet. Kaşlari göz arasında iç ettin gerdanlığı. İnşallah el avuç açasın. Yüz okka ibrişim boyu yerin dibine geçesin." "Artık hu! Allahtan kork. Bana torbanın ağzını açtırma. Hem gerdanlık ne atarmış senin gibi bitli karıda?" "Aman dostlar, aklıma heyheyler geliyor. İliği murdar karı. Çaldı canım gerdanlığı, çaldı da koca kıçıyla üstüne yattı. Yetişiiiin!"
- Bâd-ı pîçân'ın yetiştirdiği evlatların ab ü tabları görenlerin ağızlarını öyle bir açık bırakırdı ki, bu açık ağızlara sinek girse, girmekle kalmayıp bir de oraya yuva kursa, adamın ruhu duymazdı. Kız olsun erkek olsun, bu rüzgara gözlerini açıp onunla serpilenler, gelincik yanaklı, mestane gözlü, fidan boylu, nazik endamlı, hokka burunlu, ok kirpikli, billur tenli, nokta benli ve lâl dudaklı olurlardı. Kimilerine göre Allah onları özenip yaratmıştı. Kimilerine göre de vakti zamanında bu mahalle peri kızlarının akınına uğradığından, onlardan geriye, güzide bir neseb kalmıştı; yoksa keramet rüzgarda falan değildi.
- İncecik bir dere misali heybetli dağların arasından kıvrılıp önünü açarak; dalından düşmüş bir kuş misali her yürek atışında sılanın kadrini bilerek; rüzgarda savrulan kuru bir yaprak misali ayrılığın hüznünü iliklerinde hissederek; güneş altında katre katre eriyen kar parçası misali zamanla hesaplaşarak; çamura düşmüş inci misali karanlığın ortasında ışıl ışıl bakmakta inad ederek; ve kırk bir çeşit baharatının kırkbirini de bağrına basan mesir macunu misali ayrı gayrı tanımadan edibane, hakimane, rindane yaşamayı, yaşayabilmeyi öğütlerdi hüsn-i adab kaideleri.
- Mahalleliler kocakarı yerine cazır, cangoloz, dudu; hafifmeşrep kadına fırkıtma, kırıklı, totomlık, yalık, sagar-ı gerdan; fahişelere ayakkarısı, yalama, paçoz, süflü, löpçük; tombul kadına bıldırcın, hoşor; çirkin kadına kakanoş, gurabi, mırmırik boza; evde kalmışa küflü küpecik, patlıcan turşusu, kalık, köhnemiş peymane; metres yerine zamazingo, gaco, vıngır; ay yüzlü delikanlılara sakız muhallebisi, mahlep, zencefil; sofulara çerağ, davlumbaz, dü-alem; harfendazlara kavruk, yalpa, dil iti; saraylılara kafes bülbülü, şazkaz, karakuşi; sözünde durmayıp riyakârlık edenlere medd ü cezir, kıvırdak, ehl-i nar; gözünü budaktan esirgemeyenlere fitil otu, Koçbaşı; pintilere fukara devesi, hurda akçe; nazik tabiatlılara hanım iğnesi; iğne oyası, yassı kadayıf derlerdi.
- Onların nazarında alamet dediğin her yerde mevcuttu. Kırda çiçek toplar gibi alamet toplamak mümkündü. Yeter ki insan görmeyi görmemeye yeğlesin.
- Öyle ki çıkış kapısına varan, kendini ikibüklüm sokağa atardı. İşte kapıların bu şekilde tasarlanmış olmasına, mahalle sakinleri derin manalar vermişlerdi. Onların indinde hamamda yıkananlar sade kirlerinden arınmakla kalmıyor; bir de girerken yükselmek ve çıkarken alçalmak suretiyle, büyüklüğün ve kibirin ne denli geçici olduğunu yakından görme fırsatı buluyorlardı.
- Devir döndü; Zaman yine piç oldu Teslim Abdal