- "1920 yılı Kasım ayıydı.
Soğuk bir gece yarısı Sirkeci Rıhtımı'ndan köhne bir şilebe bindim ve işgal gemilerinin arasından süzülerek İstanbul'dan kaçtım.
Şilepte benim gibi gizlice Anadolu'ya geçip, Kuvayı Milliye'ye katılmak isteyen gençler vardı.
Paşam 1 yıl önce çıkmıştı Samsun'a...
Şimdi ben de O'nun gibi, gizlice Karadeniz'e açılan bir vapurla açılıyordum Anadolu'ya...
Henüz 24 yaşındaydım.
Tarih 10 Kasımdı...
Ankara'ya Paşamı bulmaya gidiyordum." - Niyazi Ağırnaslı :
Son ziyaretimiz infazdan birkaç gün önce, Zeki Oruç Erel'le birlikte oldu. Hala bazı ümitlerin bulunduğundan, cumhurbaşkanının vetosundan bahsettik.Deniz, "Yok ağabey," dedi, "... bizim asılma kararımızı çok önceden vermişlerdi zaten; bunu hep söyledik. Dileriz ki boş yere ölmüş olmayalım ve vatan satıcılarının oyunu anlaşılsın, yoksul halkımızca... Boşa ölmüş olursak, işte o zaman yazık olur." - Kurtuluş Savaşı yılları... Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda emeği geçen ama gölgede kalan insanların öyküleri...
Bir yanda koşulsuz sevgisiyle Fikriye Hanım, diğer yanda çok partili sisteme geçme mücadelesinde İsmet İnönü, Fethi Okyar, Mustafa Kemal, parasız silahsız girişilen milli mücadeleye destek bulma çabaları ve 1. Dünya Savaşının seyrini değiştiren Çanakkale... Beğenerek okudum, hatta hiç duymadığım detaylara şaşırdım... Tarihi kitap okumayı sevenlerin beğenecektir. - 1885, Bombay
Refikam Fatma Hanım, tayin olduğu Bombay'da hastalandı. Odasının ortasındaki yazı masasının başında, bütün pencereler açık olduğu halde oturmuş, İstanbul'a mektup yazmakla meşgulken sol omzuna bir ağrı girmişti.
Zavallı Fatma'm gülerek "Acaba yanlış bir şey yazıyorum da onu tashih için mi bu ağrı geldi," demişti.
(...)
1885 senesi şubatında bir Pazar günü akşamüstü eşimle birlikte, her zaman ki gibi arabayla gezmeye gitmiştik. Eve döndüğümüzde sofraya oturur oturmaz, daha bir lokma yemeden Refika'm bayıldı. Hemen yatağına götürdük. Kim bilir ne olmuştu.
Ertesi günü hekimlerden haber aldık.
Verem üçüncü dereceye girmişti.
Biraderim Nasuhi Bey o zaman Beyrut mutassarıfı bulunuyordu.
Oraya mı gidelim, yoksa bir kere de Avusturya hekimlerini tecrübe etmek üzere hastayı Viyana'ya mı götürelim?
Telgrafla Nezaret'ten müsaade istedim. Cevabı beklemeden yola çıktık.
(...)
Beyrut'a giderken vapurda geçirdiğimiz yirmi gün zarfında hasta ölüme yaklaştıkça gülüyor ve her gün daha ziyade güzelleşiyordu. Sabahları kamaradan bir hastane sandalyesiyle güzelleşiyordu. Sabahları kamaradan bir hastane sandalyesiyle güverteye çıkarılıyor, benimle, çocuklarla eğleniyor, hepimize ümitler veriyordu. Fakat vapurdaki hekim "Hastanız yolda vefat edeceğinden, cenaze denize atılacaktır," diyordu.
Refikam bunu hissetmiş yahut işitmiş miydi, kendisini de:
"Kaldım mı" demişti yolda bir gün "Hind'in bu uzak denizinde..."
Böyle bir şey olursa denize atılmamasını hekimden çok rica etmiş ve zor da olsa olumlu bir vaat almıştım.
Bahr-ı Ahmer'de * iki gün fırtına geçirdik. Süveyş'i sükûnetle geçtik. Port Said'de vapur değiştirmek, oradan Beyrut'a gidecek olan vapura binmek lazım geliyordu. O vapurun tabibi hastayı almak istemedi. Onu da güçlükle ikna ettik.
Refikam ise Port Said'e gelir gelmez kendisinden bir sıhhat ve iştah hissetmiş, bir güvercin yemek istemişti. Gece vapur Beyrut'a doğru hareket etti.
(...)
Beyrut'a varınca bizi yengem Feride Hanımefendi karşıladı, hastayı bir odaya yerleştirdi. Ancak nefes darlığı tekrar geri gelmiş ve işte o zaman bahtsız refikam "Eğer bu hal geçmezse ben yirmi dört saatten fazla yaşayamam. Yarın siz de kurtulur ve artık bahtiyar olursunuz," demişti.
Bu sesi hala duymaktayım. Otuz sekiz senelik bir sestir.
Beyrut'ta çağırdığımız doktorlar topluca ümit kestirdiler. Konyak ve şampanya verdiler. Refikam gülerek, "Allah'ın huzuruna sarhoş olarak mı gidilecek," diyordu.
Ömrümün en siyah gecesi geçiyordu.
Ertesi gün zavallı kadını alelacele toprağa, beni de kendinden geçmiş bir halde dağa götürdüler.
İşte o kadar.
Kırk gün, sanki ona yakın ve onunla aynı halde olmak için, yer katında bir odada Makber'i yazmaya başladım.
Manen intihar etmiştim.
*Kızıldeniz'de - Zaman denilen devrialim makinesi, rengarenk dönme dolap gibi, allı morlu ışıklar saça saça, bir aşağı bir yukarı taşıyacak bizi; oğlu babaya, babayı oğula dönüştürerek, çocukları büyütüp büyükleri küçülterek, bir "neydik, ne olduk" oyununda ömürler söndürüp son durakta herkesi başladığı yere döndürerek...
- En beteridir kendiyle savaşanların, kendine yenilmesi...
- 27 Nisan 1930, Ankara
Ankara'da Türk Ocakları'nın altıncı kurultayı toplanacaktı.Çalışmaları Gazi de izlemeye gelecekti.
Yeni mebus Abdülhak Hâmid ve eşi Lüsyen de davet-
liydiler.
Lüsyen, seneler önce evlerini kiralamak niyetiyle gel-
diğinde bir kez tanışıp hayran kaldığı büyük kahramanla
Bu sefer bambaşka bir ortamda karşılaşacağı için heyecan
içindeydi.
Kurultayı izlediler.
Türk Ocakları'nın Genel Başkanı Hamdullah Suphi'nin
konuşmasını dinlediler.
Törenden sonra Gazi, Hâmid ve Lüsyen'i sohbete çağırdı.
Şair, eşini Cumhurreisi'ne gururla takdim etti.
Lüsyen heyecandan titreyerek sıktı Mustafa Kemal Paşa'nın elini...
İçki servisi ve diğer davetlilerin de katılımıyla sohbet
genişledi.
Hâmid, iki hafta evvel Darülbedayi sanatkârlarının
Çiftlik'te Gazi tarafından ağırlandıklarını işitmişti. Gazi
orada elini öpmek isteyen tiyatro oyuncularına müsaade etmemiş, "Biz hepimiz mebus olabiliriz, vekil olabiliriz, hatta reisicumhur olabiliriz; ama sanatkârın eli öpülür,"
demişti.
Hâmid, bu yüce gönüllülükten ötürü Gazi'ye takdir
ve şükranlarını sundu.
Sonra kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanıyan Yeni Belediye Kanunu'ndan açıldı söz...
Afet Hanım, Türkiye'de kadın haklarının Avrupa'ya nispetle nasıl büyük ilerleme kaydettiğini anlattı.
Gazi, Türk kadınlarının kültürünün yükseltilmesi, onlara erkeklerle eşit haklar tanınması konusunda daha çok çalışılması gerektiğini söyledi.
Tam bu noktada Hâmid lafa girdi.
Diğer davetli eşlerinin yanında Lüsyen'i göstererek,
"Efendimiz," dedi, "Lüsyen cariyeniz, bu bakımdan Türk
kadınlığının mükemmel bir örneğidir. Bu çeşit mevzular-
da kendisinden çok faydalanılabilir."
Eşiyle iftihar ediyor, Gazi'nin de Türklüğe gönül ver-
miş bu özel kadını takdir etmesini bekliyordu
O arada, "Var mıdır Türkler arasında böyle hanım?" sözünü de ağzından kaçırdı.
Hâmid'ın ecnebi eşini yüceltmek için Türk kadınını aşağılaması, Gazi'nin affetmeyeceği bir hataydı.
O ana kadar büyük bir incelikle davetlilere iltifatlar etmiş iken son işitttikleri karşısında birdenbire gözleri şimşeklendi.
Onu yakından tanıyanlar, kopacak fırtınanın habercisi olan serinliği hissettiler.
Cumhurreisi, kızdığında lafa girerken kullandığı hitapla Hâmid'e "Beyefendi," diye seslendi.
"Estağfurullah Gazi hazretleri, bana ?Beyefendi'demeyiniz," dedi Hâmid...
"Ya ne diyeyim?"
"Sadece adam deyiniz."
"İşte onu diyemediğim için ?Beyefendi' diyorum ya..."
Hava buz kesti.
Herkes sustu.
Tabiat gazap kussa ancak böyle bir hayret ve bozguna yol açardı.
Ama bitmemişti. Gazi, Lüsyen'i göstererek, "Bu mu Türk kadınlığının timsali olan kadın diye gürledi:
"Bu hanım, asla Türk kadınlığına örnek olamaz."
Lüsyen ne olduğunu anlamaya çalışan bir şaşkınlıkla bakakalırken Hâmid, ezik ve bitik bir halde koltuğuna yığıldı.
Durumun vahametini fark eden Hamdullah Suphi, hemen Şair'in koluna girdi; onu bitişikteki odaya taşıdı.
Senelerce sabırla inşa ettiği kâinat başına çökmüştü.
Gazi'nin gözüne girmek niyetiyle eşini vitrine koymuş, ancak Lüsyen'e atılan taş, onu devirip Hâmid'i en hassasyerinden, yüreğinden vurmuştu.
Yeniden ayağa kalkması zor oldu.
Birer harabe halinde Kürk Ocağı binasından ayrılırken bu öfkeinin sebebini çözmeye çalıştılar.
Hâmid ki Meclis'e sık gemediği hatırlatıldığında, "Millet Meclisi'nin eleştirisiz celselerine, Gazi'nin her şey konuşulan sofralarını tercih ederim demişti.
Şimdi huzurda, ağır bir eleştrinin hedefi oluyordu.
Onca iltifat şiiri, bunca güzelemenin ardından, küçük düşüren bu muamele neden olabilirdi?
Gazi, daha beş sene evvel köşkünde ağırlayıp şairane dehasını övdüğü Şair'i ve eşini neden herkesin içinde küçük düşürmüştü?
"Cariyeniz" takdiminin, yepyeni haklarla donattığı "yeni kadın"a hiç yaraşmamasından mı?
Lüsyen'in İstanbul'daki gönül maceralarına dair dedikoduların kızgınlığından mı?
Yeni bir toplum hamlesinde, dürt sene evvel kabul edilen Medeni Kanun, çiftlere nikâh mecburiyeti getirdiği halde onlar nikâhsız yaşadıkları için mi?
Belki hepsi birden...
Bastıkları toprağın, zelzele yemiş gibi topuklarının altında sarsılışını hissederek ayrıldılar Başkent'ten...
İstanbul'a dönüşte ilk yapacakları iş, medeni nikâh için resmî makamlara müracaat etmek olacaktı. - 27 Nisan 1930, Ankara
Ankara'da Türk Ocakları'nın altıncı kurultayı toplanacaktı.Çalışmaları Gazi de izlemeye gelecekti.Yeni mebus Abdülhak Hâmid ve eşi Lüsyen de davetliydiler. Lüsyen, seneler önce evlerini kiralamak niyetiyle geldiğinde bir kez tanışıp hayran kaldığı büyük kahramanla bu sefer bambaşka bir ortamda karşılaşacağı için heyecan içindeydi. Kurultayı izlediler. Türk Ocakları'nın Genel Başkanı Hamdullah Suphi'nin konuşmasını dinlediler. Törenden sonra Gazi, Hâmid ve Lüsyen'i sohbete çağırdı. Şair, eşini Cumhurreisi'ne gururla takdim etti. Lüsyen heyecandan titreyerek sıktı Mustafa Kemal Paşa'nın elini...
İçki servisi ve diğer davetlilerin de katılımıyla sohbet genişledi. .Hâmid, iki hafta evvel Darülbedayi sanatkârlarının Çiftlik'te Gazi tarafından ağırlandıklarını işitmişti. Gazi orada elini öpmek isteyen tiyatro oyuncularına müsaade etmemiş, "Biz hepimiz mebus olabiliriz, vekil olabiliriz, hatta reisicumhur olabiliriz; ama sanatkârın eli öpülür,"demişti. Hâmid, bu yüce gönüllülükten ötürü Gazi'ye takdir ve şükranlarını sundu. Sonra kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanıyan Yeni Belediye Kanunu'ndan açıldı söz...Afet Hanım, Türkiye'de kadın haklarının Avrupa'ya nispetle nasıl büyük ilerleme kaydettiğini anlattı. Gazi, Türk kadınlarının kültürünün yükseltilmesi, onlara erkeklerle eşit haklar tanınması konusunda daha çok çalışılması gerektiğini söyledi. Tam bu noktada Hâmid lafa girdi. Diğer davetli eşlerinin yanında Lüsyen'i göstererek "Efendimiz," dedi, "Lüsyen cariyeniz, bu bakımdan Türk kadınlığının mükemmel bir örneğidir. Bu çeşit mevzularda kendisinden çok faydalanılabilir."
Eşiyle iftihar ediyor, Gazi'nin de Türklüğe gönül vermiş bu özel kadını takdir etmesini bekliyordu. O arada, "Var mıdır Türkler arasında böyle hanım?" sözünü de ağzından kaçırdı. Hâmid'ın ecnebi eşini yüceltmek için Türk kadınını aşağılaması, Gazi'nin affetmeyeceği bir hataydı. O ana kadar büyük bir incelikle davetlilere iltifatlar etmiş iken son işittikleri karşısında birdenbire gözleri şimşeklendi. Onu yakından tanıyanlar, kopacak fırtınanın habercisi olan serinliği hissettiler. Cumhurreisi, kızdığında lafa girerken kullandığı hitapla Hâmid'e "Beyefendi," diye seslendi.
"Estağfurullah Gazi hazretleri, bana ?Beyefendi'demeyiniz," dedi Hâmid...
"Ya ne diyeyim?"
"Sadece adam deyiniz."
"İşte onu diyemediğim için ?Beyefendi' diyorum ya..."
Hava buz kesti.
Herkes sustu.
Tabiat gazap kussa ancak böyle bir hayret ve bozguna yol açardı. Ama bitmemişti. Gazi, Lüsyen'i göstererek, "Bu mu Türk kadınlığının timsali olan kadın diye gürledi:
"Bu hanım, asla Türk kadınlığına örnek olamaz."
Lüsyen ne olduğunu anlamaya çalışan bir şaşkınlıkla bakakalırken Hâmid, ezik ve bitik bir halde koltuğuna yığıldı.
Durumun vahametini fark eden Hamdullah Suphi, hemen Şair'in koluna girdi; onu bitişikteki odaya taşıdı.
Senelerce sabırla inşa ettiği kâinat başına çökmüştü.
Gazi'nin gözüne girmek niyetiyle eşini vitrine koymuş, ancak Lüsyen'e atılan taş, onu devirip Hâmid'i en hassas yerinden, yüreğinden vurmuştu. Yeniden ayağa kalkması zor oldu.
Birer harabe halinde Kürk Ocağı binasından ayrılırken bu öfkeinin sebebini çözmeye çalıştılar. Hâmid ki Meclis'e sık gelmediği hatırlatıldığında, "Millet Meclisi'nin eleştirisiz celselerine, Gazi'nin her şey konuşulan sofralarını tercih ederim demişti.
Şimdi huzurda, ağır bir eleştrinin hedefi oluyordu.
Onca iltifat şiiri, bunca güzellemenin ardından, küçük düşüren bu muamele neden olabilirdi?
Gazi, daha beş sene evvel köşkünde ağırlayıp şairane dehasını övdüğü Şair'i ve eşini neden herkesin içinde küçük düşürmüştü?
"Cariyeniz" takdiminin, yepyeni haklarla donattığı "yeni kadın"a hiç yaraşmamasından mı?
Lüsyen'in İstanbul'daki gönül maceralarına dair dedikoduların kızgınlığından mı?
Yeni bir toplum hamlesinde, dört sene evvel kabul edilen Medeni Kanun, çiftlere nikâh mecburiyeti getirdiği halde onlar nikâhsız yaşadıkları için mi?
Belki hepsi birden...
Bastıkları toprağın, zelzele yemiş gibi topuklarının altında sarsılışını hissederek ayrıldılar Başkent'ten...İstanbul'a dönüşte ilk yapacakları iş, medeni nikâh için resmî makamlara müracaat etmek olacaktı. - Gazetenin ertesi günkü birinci sayfasında Hâmid ve Lüsyen'i nikah masasında, ellerini açmış dua eden nikâh memuru huzurunda resmeden bir karikatür yayımlandı.
Altında Abdülhak Hâmid'in bir sözü vardı:
"Rüya değil bu, aynile vâki!"
Birbirleriyle üçüncü evlenişleriydi bu.
Biri Londra'da...
İkincisi İstanbul'da Fuad Paşa Türbesi'nde...
Ve şimdi yine İstanbul'da nikâh dairesinde...
Hâmid, altıncı evliliğini, üçüncü kez Lüsyen'le yapıyordu.
Lüsyen dördüncüsünü, üçüncü kez Hâmid ile..
Çok değil, bir ay sonra, 8 Ağustos Cuma günü, Deniz Yolları İdaresi'nin Büyük Otel'de verdiği baloya davet edildiler.
Balonun şeref konuğunu Gazi Hazretleri idi.
Davet, öfkenin dindiğine işaretti.
Yeniden buluştular.
Cumhurreisi, bir ay evvelki ?Türk kadını' tartışması hiç yaşanmamış gibi sıcak ve samimi davranırdı.
Müzik başladı.
Gazi, Lüsyen'i dansa kaldırdı.
Bu dans, adeta gecikmiş bir nikahın hediyesiydi.
Uçuşan ayak parmaklarıyla, diğer davetlilerin kıskanan bakışları altında, son buluşmanın kötü hatıralarını sildiler.
On sekiz yaşında iken Türk sefirine tutulup onun peşinden hiç bilmediği bir dünyaya yerleşen güzel Valon kızı, şimdi vatan bildiği ülkenin Cumhurreisi'nin kollarında dans ediyordu.
Gazinin hiddetiyle bir batağa saplanmış gibi görünen yolları, yine Gazi'nin affıyla yeniden çiçeklenmişti.
Zaten müşterek hayatları da böyle meddücezirlerden ibaret değil miydi? - Toplantıda Hüseyin Cahit'in , "Dil zorlanmamalı, doğal seyrine bırakılmalıdır; öyle olursa zaten sadeleşecektir," itirazı kabul görmedi.
Milli Eğitim Bakanı Reşid Galip kürsüye çıktı ve ?'Bugün konuştuğumuz ve bilhassa yazdığımız dile Türk dili denmekte hakiki tereddüt vardır,'' dedi:
?"On yedi milyon Anadolu Türk'ü içinde ancak yüzde 10'a varabilecek bir zümrenin anlayabildiği dile Türkçe denemez. Selçuklulardan beri sekiz asır süren şaşkın bir inat ile, şuursuz ve kozmopolit bir kılavuzla Türkçe, bizzat Türkler tarafından Ölüm Çukuruna sürüklendi. İçinde pek az Türkçe, bazı Türkçe kurallar bulunan bir Osmanlıca, bu yeni dil oldu. Osmanlı şairleri, edebiyatçıları, alimleri, yabancı istilasına karşı Türk dilinin kapısını ardına kadar açtılar.''