- Her düşündüğünü ifade edebileceğin gün, senin torunlarının torunları bile ihtiyarlamış olacak. Şimdi sır ve korku devrindeyiz. İki yüzün olmalı; birini kalabalığa göstermeli, ötekini kendine ve Yaratıcına saklamalısın. Gözlerini, kulaklarını ve dilini korumak istiyorsan; gözlerin kulakların ve bir dilin olduğunu unut...
- İnsan şarap içmek isteyince; sakisini ve keyif arkadaşını dikkatli seçer...
- Façalı Surat'ın sesi biraz yükseldi:
-Ben kendi payıma ağzıma bir damla şarap koymam, mekanım cennet olsun isterim. Sen oraya, yanıma gelmeye pek istekli değilsin herhalde.
Ömer Hayyam:
-Durmadan hikmetler yumurtlayan ulema takımıyla sonsuza dek bir arada kalmak için mi? Hayır, teşekkürler, Allah bize başka şeyler vaat ediyor... - Yaşamı boyunca ona her çeşitten masallar anlatılmıştır. Bir proleter olduğu ve başkaca hiçbir şey olmadığı. Yugoslav olduğu ve başka hiçbir şey olmadığı; hatta zorlu geçen birkaç ay boyunca Kabil'deki insanlarla Trieste'dekilerden çok daha fazla ortak yanları olduğuna bile inandırmışlardı onu!
- Bu nedenle Hıristiyanlığın, İslam'ın ya da Marksizm'in "gerçekte ne dediği" üzerinde kendini sorgulamak bana yararsız görünüyor. Eğer sadece önceden beri içte barındırılan olumlu ya da olumsuz önyargıların doğrulanması değil de, cevaplar aranıyorsa, doktrinin özüne değil, onu benimseyenlerin tarih boyunca sergiledikleri davranışlarına eğilmek gerekir.
- Hiçbir din hoşgörüsüzlükten soyutlanmış değildir ama bu iki "rakip" dinin bir bilançosu yapılacak olsa, İslam hiç de fena görünmez... Eğer atalarım, Müslüman orduları tarafından fethedilen bir ülkede Hıristiyan olmak yerine, Hıristiyanlar tarafından fethedilen bir ülkede Müslüman olsalardı, onların inançlarını koruyarak on dörü yüzyıl köy ve kentlerinde yaşamaya devam edebileceklerini sanmıyorum. Gerçekten de, İspanya'daki Müslümanlara ne oldu? Ya Sicilya'daki Müslümanlara? Yok oldular, tek kişi kalmamacasına katledildiler, sürgüne zorlandılar ya da cebren Hıristiyan edildiler.
İslam tarihinde daha başlangıçtan itibaren, ötekiyle yan yana yaşama konusunda dikkate değer bir yatkınlık görülür. Geçen yüzyılın sonunda, en büyük İslam gücünün başkenti İstanbul'un nüfusu içinde başlıca Rumlardan, Ermenilerden ve Yahudilerden oluşan Müslüman olmayan bir çoğunluk bulunuyordu. Aynı dönemde Paris'te, Londra'da, Viyana'da ya da Berlin'de nüfusun yarısının Hıristiyan olmayanlardan, Müslüman ve Yahudilerden oluşabileceği düşünülebilir miydi? Bugün bile,kentlerinde müezzinin ezan okuduğunu işiten pek çok Avrupalı rahatsız olurdu. - Bu gezegenin üzerinde nerede yaşanırsa yaşansın, artık her türlü modernleşme Batılılaşma demektir. Teknik gelişmelerin daha da vurgulayıp hızlandırdığı bir eğilim. Elbette, hemen her yerde çok özel uygarlıkların damgasını taşıyan anıtlar ve eserler bulunur. Ama yeni olarak yaratılan her şey -ister binalar, kurumlar, bilgi araçkarı söz konusu olsun, ister yaşam biçimi- Batı'ya öykünmedir.
Bu gerçeklik, egemen uygarlığın bağrında doğanlarla, dışında doğanlar tarafından aynı tarzda yaşanmıyor. Birinciler kendileri olmaktan vazgeçmeden değişebilir, hayatta ilerleyebilir, uyum sağlayabilirler; hatta Batılılar'ın modernleştikçe, kendilerini kültürleriyle daha çok uyum içinde hissettikleri bile söylenebilir, sadece modernliği reddedenler kendilerini yabancılaşmış bulurlar. - Durum karmaşık ve hiçbir açıklama tatmin edici bir sonuç veremez. Bununla birlikte komunist dünyanın önce gerileyişi ve ardından çöküşünün bu evrimde büyük bir rolü olduğu apaçık. Oysa Marksizm'in gezegenin tamamı üzerinde Tanrı düşüncesinin silineceği yeni tip bir toplum kurmayı vaat edeli yüzyıldan fazla oluyor; bu projenin gerek ekonomik ve politik, gerekse ahlaki ve entellektüel planda başarısızlığa uğraması, tarihin çöplüğüne atmak istediği inançların yeniden saygınlık kazanması sonucunu getirdi. Din manevi bir sığınak, bir kimlik sığınağı olarak, Polonya'dan Afganistan'a komünizmle mücadele eden herkes için açık bir birleşme noktası haline geldi. Böylece Marx ve Lenin'in bozgunu da dinlerin intikamı, en azından kapitalizmin, liberalizmin ya da Batı'nın zaferi olarak göründü.
Ama XX. Yüzyıl'ın son çeyreği boyunca din olgusunun "yükselişi"nde belirleyici rol oynayan sadece bu etmen değildir. Komünist dünyadaki nihai kriz, entellektüel ve politik tartışmalarda hala ağırlığını koruyorsa ve korumaya devam edecekse de, bazılarının basit bir şekilde "kriz" deyip geçtiği, Batı'yı etkileyen krizden başlamak üzere başka etmenlerin de aynı şekilde dikkate alınmaması halinde pek çok gerçek anlaşılmaz olarak kalacaktır. - Aslında bizler çağdaşlarımıza, atalarımıza olduğundan çok daha fazla yakınız. Size Prag, Seul ya da San Francisco sokaklarında rasgele çevirdiğim biriyle, kendi büyük-büyükbabamla olduğundan çok daha fazla ortak şeyim olduğunu söylesem, abartmış mı olurum? Sadece dış görünüşte, kıyafette, hal ve tavırda değil, sadece yaşam biçiminde değil, işte, konutta, etrafımızı saran aletlerde değil, ama ahlak kavramlarında, düşünme alışkanlıklarında da.
İnançlarda da. Biz kendimize istediğimiz kadar Hıristiyan, -ya da Müslüman, ya da Musevi ya da Budist ya da Hindu- diyelim, öteki dünyaya dair görüşümüzün beş yüz yıl önce yaşamış olan "din kardeşlerimizin"kiyle artık hiçbir ilgisi kalmamıştır. Onların büyük bir çoğunluğu için cehennem, tıpkı mahşer tablolarındaki gibi, günahkarları ezeli ateşe atmaya hazır çatal ayaklı iblisleriyle birlikte Anadolu ya da Habeşistan kadar gerçek bir yerdi. Bugün artık hiç kimse ya da hemen hemen hiç kimse durumları böyle görmüyor. Çok karikatürlük bir örnek verdim, ama bu her alandaki kavramlarımızın tümü için doğru. Bugün inanan bir insana tamamiyle kabul edilebilir gelen pek çok davranış, onun eski "din kardeşleri" için tasavvur dahi edilemezdi. Bu sözcüğü tekrar tırnak içine aldım, çünkü o atalar bizimle aynı dini yaşamıyorlardı. Eğer bugünkü davranışlarımızla onların arasında yaşayacak olsaydık, zındıklıktan, zinadan, sapkınlıktan ya da büyücülükten sokaklarda taşlanır, bir zindana atılır ya da ateşte yakılırdık. - Kalabalığın farkına bile varmadığı kısacık bir an, aşık içinse bir sonsuzluktu bu...