- Nedendir bilmem, bazıları daha ilk karşılaşmada, halk tabiriyle, can ciğer kuzu sarması olurlar. Birbirlerini hiçbir zaman unutmamak için bir kere tanışmaları yeter. Bunun bir de tersi var. Bazıları da birkaç defa tanıştırılmalarına, yollarının hayatta birçok kez kesişmesine rağmen daima kaçarlar birbirlerinden. Aralarında bir kaynaşma olmaz. Sokakta rastlaşsalar birbirlerini görmezden gelirler. Ne dostturlar, ne düşman. Şimdi bu özelliğe sempati ve antipati diyorlar. Kişilerdeki manyetik çekimin ve haleti ruhiyenin etkisidir diyorlar. Enkernasyona inananlar daha da ileri giderek bu kişilerin önceki hayatlarında birbirlerine dost ya da düşman olduklarını, bu yüzden birbirlerine yaklaştıklarını ya da düşman kesildiklerini iddia ediyorlar. Ancak bu varsayımların hiçbiri bu bilmeceyi kolay kolay çözeceğe benzemiyor. Bu ani cazibenin ne ruhsal hasletlerle bir ilgisi var ne cismani meziyetlerle.
- Herkes aşınmış, köhneleşmişti adeta, havasını, rengini yitirmişti. Ama yaşamın karnına pençelerini geçirmişler, korkuları, kuruntuları, batıl inançları, bencillikleri artmış da artmıştı. Kimileri sınırlı arzularına az çok ulaşmıştı. Karınları sarkmış, şehvetleri belden aşağıdan çenelerine vurmuştu. Yaşam kavgası içinde bütün duyguları üçkâğıtçılığa, alttakileri dolandırmaya, pamuk, haşhaş ve buğday mahsulüne ya da çocuk kundağına ve eski nikris hastalığına yönelmişti.
- Ben hiçbir zaman başkalarının zevkine ortak olmadım. Ya katı bir duygu, ya mutsuzluk duygusu engel oldu bana. Yaşam derdi, yaşam güçlüğü. Bütün sorunların içinde en önemlisi insanlarla uğraşmak. Kokuşmuş toplumun şerri, yiyecek giyecek belası, bunların hepsi, durmadan gerçek varlığımızın uyanmasına engel oluyorlar. Vaktiyle onların arasına karışmıştım; başkalarını taklit edeyim dedim. Baktım, soytarıya dönmüşüm. Adına zevk dedikleri her şeyi denedim; gördüm ki başkalarının zevki bana yaramıyor. Her yerde, her zaman yabancı olduğumu hissettim. Diğer insanlarla aramda en ufak bir ilgi dahi yoktu. Başkalarının yaşam tarzına ayak uyduramazdım. Kendi kendime derdim ki hep: Bir gün toplumdan kaçacağım; bir köyde, gözden ırak bir yerde kendi köşeme çekilip yaşayacağım. Ama inziva hayatını şöhret için istemiyordum. Kendimi birinin düşüncesine mahkum etmek, birinin taklitçisi olmak değildi istediğim. Nihayet zevkime göre bir oda yapmaya karar verdim. Sadece kendimin bulunacağı, düşüncelerimin dağılmayacağı bir yer.
- "... Ömrüm,odamın dört duvarı arasında ,düşüncelerin ve hayatımın etrafını çeviren surlar ortasında ,mum gibi azar azar eriyip bitiyordu.Hayır hayır ,öyle değil ! Bir oduna benziyor ömrüm; ocaktan düşmüş,diğer odunların ateşiyle yanıp kömürleşmiş bir oduna; fakat ne tam olarak yanmış ne de olduğu gibi kalmış; diğerlerinin dumanıyla ,soluğuyla boğulmuş."
- Ölünün dudağının ucunda alaycı bir gülümseme kuruyup kalmıştı.
- Her birimiz ansızın,sebepsiz düşüncelere dalmıyor muyuz,bu hayaller bizi öylesine sarıyor ki zamanı,mekanı farketmez olmuyor muyuz? (Sayfa 70)
- Garip bir dağılma ve bölünme geçiriyordum sürekli. Bazen bir şey düşünüyor, buna kendim de inanmıyordum. Bazen içimde kendime karşı bir acıma duygusu beliriyor, ama aklım ayıplıyordu beni. Birisiyle konuşsam, bir şey yapsam, türlü konularda söze karışsam gönlüm başka yerde oluyordu, aklım başka yerde ve ayıplıyordum kendimi. Dağılan, çözülen bir kitleydim ben. Sanki hep böyleydim, böyle de kalacağım: acayip, biçimsiz bir karışım..
- Gördün dünyayı; ne gördünse bir hiçtir. Bak ne kazandığıma dünyadan: Hiç.
- Keşke durup dinlenecek bir yer olsaydı! Ya da şu uzun yola çıkmak mümkün olsaydı! Keşke yüz bin yıl sonra toprağın bağrından Otlar gibi yeşerme umudu olsaydı!
- Tanrı gibi olsaydı imkanım feleğe hükmetmek, Düşerdi bana bu feleği yok etmek. Yapardım yeniden öyle bir felek, Ki kolay olurdu özgür için murada ermek.