- "Benim hayatın kendisi sanarak mutlulukla karşıladığım, aşkla sevdiğim raslantı bir başkasının kurgusymuş yalnızca."
- Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları?nda 1905 Abdülhamit?in son günlerinden 1970?li yıllara kadar yaşanan toplumsal değişimi anlatır. Bu ilk klasik gerçekçi tarzdaki eseri, ona hak ettiği ünü getiren ilk romanıdır. Nişantaşlı bir ailenin üç kuşak boyunca serüvenlerini anlattığı bu kitapta bireylerin yaşam algıları ile bu değişim arasındaki ilişkinin, onların yaşamlarını ve iç dünyalarını nasıl etkilediği anlatılmaktadır. Yüzyıl başında İstanbul?da Abdülhamit?in son yıllarında küçük dükkan sahibi ilk Müslüman tüccarlardan Cevdet Bey?in tutkusu hem işlerini büyütmek, zenginleşmek, hem de Batılı anlamda çağdaş, modern bir aile kurmak. 1979?da Milliyet Roman Ödülü?nü Mehmet Eroğlu?nun Issızlığın Ortasında romanı ile paylaşır. 1983?te ise Orhan Kemal Roman Ödülü?nü alır. ?? Cumartesi saat bire doğru Nişantaşı meydanı cıvıl cıvıldı. Trafik tıkanmıştı. Caddenin ortasında bir polis elini kolunu sallıyor, düdük çalıyordu. Bir troleybüsün boynuzu telden kurtulmuş asfalta doğru eğilmişti. Açılan kapıdan şoför çıkıyor, üniformalı iki lise öğrencisi ona bakıyordu. Karşı kaldırımda çingeneler sepetleriyle dizilmiş çiçek satıyorlardı. Dolmuş durağının ince sesli değnekçisi birisine sesleniyordu. Ayakkabı boyacılarının üçü de müşteri bulmuştu. Galiba fazladan, bir de bekleyen müşteri vardı. Şık bir kadın cumartesi alışverişinden dönüyordu. Mini etekli bir genç kız bir butik?in vitrinine bakıyordu. Nişantaşılılar için belediye tüzüğünde gösterilenden daha beyaz ekmekler satan bir kaçak ekmekçi sepetin üzerine örtüsünü sermiş troleybüsün boynuzuna bakıyordu. Yanında tombalacı vardı. Köpekli bir kadın önlerinden geçiyordu?
- ?? Cumartesi saat bire doğru Nişantaşı meydanı cıvıl cıvıldı. Trafik tıkanmıştı. Caddenin ortasında bir polis elini kolunu sallıyor, düdük çalıyordu. Bir troleybüsün boynuzu telden kurtulmuş asfalta doğru eğilmişti. Açılan kapıdan şoför çıkıyor, üniformalı iki lise öğrencisi ona bakıyordu. Karşı kaldırımda çingeneler sepetleriyle dizilmiş çiçek satıyorlardı. Dolmuş durağının ince sesli değnekçisi birisine sesleniyordu. Ayakkabı boyacılarının üçü de müşteri bulmuştu. Galiba fazladan, bir de bekleyen müşteri vardı. Şık bir kadın cumartesi alışverişinden dönüyordu. Mini etekli bir genç kız bir butik?in vitrinine bakıyordu. Nişantaşılılar için belediye tüzüğünde gösterilenden daha beyaz ekmekler satan bir kaçak ekmekçi sepetin üzerine örtüsünü sermiş troleybüsün boynuzuna bakıyordu. Yanında tombalacı vardı. Köpekli bir kadın önlerinden geçiyordu??
- Nakış aklın sessizliği, gözün musikisidir..
- !!Has nakkaşı hünersiz, imansız nakkaştan ayıracak tek bir kıstas yoktur'' dedi cıddiyetle ''zamana güre değişir bu. Sanatıma kötülük eden tehditlere karşı nakkaşın ahlakının ve hünerinin ne olduğu önemeli''
- Mutlu Olmak Mutlu olmak ayıp mı? Böyle düşündüğüm çok olmuştur. Şimdi de sık sık öyle düşünüyorum. Hatta bazen mutlu olabilenler kötüler ve aptallardır da diyorum. Ama arada bir şöyle düşündüğüm de oluyor: Hayır, mutlu olmak ayıp değil, akıllılıktır. Küçük kızım Rüya ile birlikte denize gittiğimiz zaman ben dünyanın en mutlu adamı oluyorum. Dünyanın en mutlu adamı hayatta en çok ne ister? Tabii ki dünyanın en mutlu adamı olmaya devam etmeyi. Bunun için de her seferinde hep aynı şeyleri yapması gerektiğini anlar. Biz de hep aynı şeyleri yapıyoruz. 1. Önce ona diyorum ki: Bugün denize şu saatte gideceğiz. Sonra da Rüya o saati iple çekmeye başlıyor. Ama zaman fikri biraz karışık. Mesela, birden yanıma geliyor ve şöyle diyor: "Daha vakit olmadı mı?" "Hayır." "Beş dakika sonra mı olacak?" "Hayır, iki buçuk saat sonra olacak." Beş dakika sonra da gelip iyi niyetle şöyle diyebiliyor: "Baba denize şimdi mi gidiyoruz?" Ya da daha sonra, birdenbire kandırıcı bir sesle şöyle diyor Rüya: "Hadi gidelim mi?" 2. Sonunda hiç gelmeyecekmiş zannedilen deniz vakti geliyor. Rüya mayosunu giymiş olarak dört tekerlekli Safa marka çocuk arabasına kuruluyor, içinde havlular, başka mayolar, ıvır zıvır olan hasır çantayı kucağına yerleştiriyorum ve arabayı alışkanlıkla itiyorum. 3. Parke kaplı yokuştan aşağı inerken Rüya ağzını açıp "Aaaaaa" diye bir ses çıkarmaya başlıyor. Çocuk arabası parkelerde titredikçe ağzından çıkan ses "Aa-aa-aaaa" şekline dönüşüyor. Taşların, Rüya'nın ağzından çıkardığı bir müzik! ikimiz de dinleyip gülüyoruz. 4. Küçük, kimsesiz plaj yolun aşağısında. Çocuk arabasını yolun kenarında plaja inen merdivenlerde bırakırken Rüya her seferinde şöyle diyor: Burada hırsız olmaz." 5. Hemen eşyalarımızı taşlara yayıp, soyunup diz boyu denize gidiyoruz. O zaman diyorum ki: "Şimdi sakın sen daha açılma. Ben bir yüzeyim geleyim, sonra oynarız. Tamam mı?" "Tamam." 6. Aklım arkamda yüzüp açılıyorum. Sonra durup kıyıda, mayosunun kırmızı renginde bir leke olarak gördüğüm Rüya'yı ne kadar sevdiğimi düşünüyorum. Denizde gülmek geliyor içimden. O kıyıda duruyor, biraz kıpırdıyor. 7. Geri dönüyorum. Kıyıda: A. Tepinmece, B. Islatmaca, C. Baba, ağzından su fışkırt, D. Yüzüyor gibi yapmaca, E. Denize taş atmaca, E Mağarayla konuşmaca, G. Hadi korkma yüz, gibi yerleşmiş oyun ve törenleri oynuyor, tekrarlıyor, yeniden oynuyoruz. 7. "Senin dudakların morardı, üşüyorsun." "Hayır, üşümüyorum." "Üşüyorsun, çıkıyoruz," konuşma ve tartışmalarından sonra çıkıyoruz ve Rüya'yı kurulayıp tam mayosunu değiştirirken... 8. Birden kollarımdan fırlayıp boş plajda çırılçıplak koşmaya ve kahkahalar atmaya başlıyor. Ayağımda ayakkabı olmadığı için çakıl taşlarının üzerinde koşmaya çalışırken topallıyorum ve çıplak Rüya daha da gülüyor buna. "Bak, pabuçlarımı giyersem seni yakalarım," diyorum. Çığlıklar arasında dediğimi yapıyorum. 9. Dönüş yolunda Rüya'nın arabasını iterken, ikimiz de yorgun ve memnunuz. Hayatı ve arkamızda bıraktığımız denizi düşünüyoruz ve hiç konuşmuyoruz.
- Yeni bir mekâna, bir eve ilk defa gelmiş çocukların, hayatın sillesini daha yemediği için hâlâ her şeye karşı meraklı ve açık kalabilen genç insanların yapabileceği gibi pencereden dışarıya ilgiyle baktı. Ensesine, boynuna, yanaklarını o kadar çekici yapan tenine, teninin üzerindeki uzaktan fark edilmeyen sayısız bene (anneannemin de tam burasında kocaman bir et beni yok muydu?) bir an istekle baktım. Elim sanki başkasının eliymiş gibi kendiliğinden uzanıp saçlarına takılı tokayı tuttu. Dört tane mine çiçeği vardı tokanın üzerinde.
- Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi? Evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu
- Katili tespit etmek için bir iki sayfa geriye dönüpte,ardından okumaya devam ettiğimde 'Şuan benim kim olduğumu tahmin etmeye çalıştığını biliyorum.' cümlesiyle Orhan Pamuk'un sadece üstün körü roman yazmayıp okuyucularıyla iletişime geçmeyi başardığının bende kanıtı olan bir kitap.Başka biri yazsa bu kadar geniş hat sanatı hakkında okuma yapar mı idim,sanmıyorum.Kültür yansıtması açısından da ayrıca başarılı buluyorum.
- Bana yalan söylemeni isterdim aslında... Çünkü insan ancak kaybetmekten çok korktuğu bir şey için yalan söyler.