- Toplumun baskıyla sessizliğe mahkum edilmiş bir şey olduğu söylenir; ama ya tersine, adlandıran ve adlandırılan şeyse toplum? Ya insanlar kendilerini toplum olarak adlandırırken, kendilerine karşı bir şeyi adlandırıyorlarsa? Ya devleti kuşatması beklenen toplum,.kendisi kuşatıcı bir şeyse? Bu kuşatmanın bir özelliği daha var: Bazı kavramlarla birlikte, onların dile getirmiş olduktan yaşantıları da yok etmek.
- "Devlet-aydın-halk" üçgeninin yerini artık "yönetim-siyasi partiler-toplumsal katılım" üçgeninin aldığını vurgular; bu geçişin aynı zamanda halk kavramından "bireyler ve sivil toplum" kavramına geçişi simgelediğini söyler. Bu değişimin aydınların konumundaki bir değişimi de haber verdiğini, halkı "cehalet ve tutuculuktan" kurtarmak isteyen modernist batıcı aydın ile "sömürü"den kurtarmak isteyen solcu politik aydının zamanını doldurmuş olduğunu savunur. Burada bir şeye, kavramların ardında silinip giden bir şeye dikkat etmek gerekiyor: bu tartışmada "cehalet ve tutuculuk" gibi "sömürü" de artık yalnızca bir imajdan, bir ideolojiden ibaret kalmıştır. Tahliller ve politika, devletçi sol söylemin eleştirisi üzerine temellendirilmiştir; ama diğer yanda,bu kurgu içinde "Sömürü", geçmişin solcu politik aydınını nitelemenin, onun iktidarla ilişkisini, devletçilikten ve halkçılıktan beslenişini ifade etmenin ötesinde hiçbir anlam taşımaz.
- Yenişehir'de hayat iğreti bir dekor, insanlar kurulmuş kuklalardır. Bunun özel hayattaki karşılığı da "soğuk aile nizamı", "kibar evlilik üslubu"dur. Özel hayata; aşka, dostluğa, evliliğe ruh katacak olan, kamusal olanla şahsiyetin iç içeliğidir.
- Şimdi geriye dönüp baktığımızda 70'lerin politik ortamında bir imkân olduğunu görebiliyoruz. Özel hayattan kaynaklanan farklılıkların birbirini budamadan, birbirini zenginleştirerek buluşabileceğini, ortalamaya teslim olmadan da ortaklaşılabileceğini seziyoruz. Belki de ortaklaşılan ile yalnız yaşanabilen arasındaki gerilim ancak yittiğinde, başkaları tarafından ele geçirildiğinde, bir imkân olarak görülebiliyor.
- 1980'lerde şehirde yabancıları buluşturan mekânlar, farklı sınıflardan insanların rastlaşabileceği zeminler neredeyse bütünüyle ortadan kalktı. Etnik temellere dayalı geleneksel mahallelerin yerini sınıfsal temellere dayalı mahallelerin alması gerçi yeni değil; zengin, ortahalli ve yoksulların oturduğu semtlerin birbirinden ayrışmasının tarihi çok eskiye uzanıyor. 80'lerin farkı zengin ve yoksul mahallelerini birbirinden tümüyle ayırması olduğu kadar, farklı sınıflardan insanların rastlaşabileceği, ilişki kurabileceği ortak mekânları da hemen hemen tümüyle ortadan kaldırması. Artık yalnızca semtler değil, zengin ve yoksulların alışveriş merkezleri, eğlence yerleri, iş muhitleri de birbirinden ayrışmış durumda. İstanbul Festivali'ne gidenlerle Gülhane Festivali'ne gidenler, Fame City'ye gidenlerle Luna Park'a gidenler, Beşiktaş Pazarı'ndan ya da Mahmutpaşa'dan alışveriş edenlerle Galleria'dan edenler, ya da Galleria'dan alışveriş edenlerle vitrinleri seyredenler, bu yeni kamu içinde bir daha hiç rastlaşmayacak. Şehrin birçok bölgesi, çoktan yoksullara terk edildi. Zenginler ise yoksulların görüntüsüyle bile karşılaşmayacakları yerlere, şehir içindeki "özel" şehirlere, sitelere çekildiler.
- Sağlıklı ve hastalıklı sanat arayışları arasında, tıpkı temsil ettikleri sınıf ideolojilerinin arasında olduğu gibi, uzlaşmaz bir düşmanlık vardır... Bunlar yaşadıkları toplumla normal bir ilişki içinde olmayan kişilerin ruhsal ve ahlaki yozlaşmasının ifadesidir
- Parçalanmamış, eksiksiz bir dünya... Böyle bir dünya oldu mu hiç? Şüphesiz bizlere böyle bir dünyayı geçmişte kurduran, öncelikle bugün yaşadıklarımızdır; kendi bölünmüş gerçekliğimiz, bu dünyadaki yersiz yurtsuzluğumuzdur. Kapitalist toplumda hayatın parçalandığına, eksik ve yoksul kaldığına ilişkin kuşkularımızdır, başka türlü yaşanmış olduğuna dair tarihten edindiğimiz ipuçları, başka türlü yaşanabileceğine dair beslediğimiz umutlardır.
- Kitabın son sözleri, devrimsiz bir devrimcinin sözleridir: "Mutlak günahkârlık çağını geride mi bırakıyoruz, yoksa yeni bir dünyanın umutlarımızdan başka habercisi yok mu? O umutlar ki, varolanın kısır gücü tarafından kolayca ezilecek kadar zayıflar hâlâ."
- Burjuva toplumunda insanın kendi benliğiyle kurduğu ilişki kalıcı bir yabancılaşmadır. Lukâcs, Roman Kuramı'nın bu saptamasının kapitalist üretim süreciyle ve işçilerin kaderiyle olan bağlantısını Tarih ve Sınıf Bilinci'nde kurdu. İşçinin emek gücüne, ürününe, üretim araçlarına, üretim sürecine ve diğer İşçilere yabancı düştüğü bir toplumda, tüm insanlar kendileri, dışında nesnel bir varlık kazanan eylemlerinin sonuçlarına, koparıldıktarı geçmişlerine, sürüklendikleri geleceğe yabancı dırlar. Yalnızca işçilerin değil tüm insanların benlikleri ayrı hayatlar süren, çatışan parçalara ayrılmıştır. İşçi sınıfıyla tüm toplumun kaderi arasındaki bağı böyle kurar Lukâcs: "İşçinin kaderi tüm toplumun kaderidir."
- Ne gerçekle yalan, ne hayatla oyun birbirinden bu kadar kesin sınırlarla ayrılabiliyor, ya da en azından bu ayrımdan bir şey umanlar azınlıkta kaldılar. Şarkılarının bir zamanlar seslendiği insanlar, şehrin bu yeni sakinleri artık fırsatın, hevesin, oyunun, alayın, tenin de nimetleri olduğunu öğrenmişler. Onun kalabalıkları davet ettiği tevekkül de sabır da tahammül de bütün anlamını kaybetmiş. Son bir iradeyle bir arada tutmaya çalıştığı nağmeler, dümbelek, keman, zurna, akordiyon ve bağlama çoktan orkestradan bağımsızlığını ilan etmiş. Dram çoktan çözülmüş.