- Yaşayanların konuşmaya başlayabilmesi için belki önce ölülerin konuşması gerek.
- BİR YAZISINDA, şunu sormuştu Bilge Karasu: "Yazar, kurar. Bu herkesçe bilinir. Okurlar, ne yaptıklarını her zaman düşünmüşler midir?" Gerçekten, ne yapıyoruz bir kitabı okurken? 9
- Ama okumada, başka şeyler de var. Bazen de bir metin çıkar, bizi eskisinden de eksik bırakıverir. Yazarın, bizim de yakından tanıdığımızı düşündüğümüz onca yoksunluğu anlatırken nasıl olup da kusursuz bir dil, eksiksiz bir biçim kurabildiğine şaşarız. Okuduğumuz metinde kusursuz tarifine ulaştığını düşündüğümüz bir yaşantıya hiçbir zaman ulaşamayacağımızı, onu hiçbir zaman ele geçıremeyeceğimizi görmenin getirdiği eksiklik duygusuyla kalıveririz. Başka tür bir okumayı çağıran andır bu, bir vazgeçiş ânı: Ulaşılmaz, erişilmez olan karşısında edilgenliğe razı olur, okuduğumuz metni "bizim? kılmaktan vazgeçeriz. Yalnızca ulaşılmaz bulduklarımızın değil, okuduğumuz bütün metinlerin bizden uzaklığını fark ederiz. Okumak denen deneyimin bir yönü metni sahiplenmeye, onu kendi imgelerimize çevirmeye itiyorsa bizi, bir başka yönü de metnin kurduğu mesafeyi kabul etmeyi gerektirir. Gerçek hayatta olduğu gibi, okurken yaşanan olgunlaşma da buna bağlı sanınm. Çünkü ancak o zaman anlarız: Kendi imgelerimiz, içsel manzaralarımız dışında, onlardan başka manzaralar, imgeler de var. 11
- "Bir sözcüğe ne kadar yakından bakarsanız, o kadar uzaktan dönüp bakacaktır size." Kari Kraus'un sözcükler için söylediği, edebi metinler için de geçerli. 11-12
- HATIRLAMAK isteyen her modem bakışın taşıdığı bir risk var: Geçmişi, hatırlayanın kurgusundan ibaret kılmak; dağılıp gitmiş bir geçmişe, bugünün ihtiyaçlarını karşılamak üzere, bugünün öznelliğinden bakmak. Belki de bu yüzden hatırlama çabalarının çoğu, hatırlayanın hülyalarına ayna tutacak bir köken arayışına dönüşür; bugünü anlamh kılacak, sürekliliği olduğu düşünülen bir kültürün savunusuna, hatırlama çabasının kendisini savunmaya vanr. Geçmişe bakmak, onun dönüp bize bakması demek değildir her zaman. Yüzümüzü geçmişe dönmek, onun yüzünü bize dönmesi anlamına gelmeyebilir. 13
- "Güzel öldü... Güzelle beraber insanı da öldürdük!" 14
- Şu soruyu sormuştu Tanpınar: "Neden geçmiş bizi bir kuyu gibi çekiyor?" Nerede olduğunu hatırlayamadığım bir yerde Nietzsche söylemişti sanınm: "İnsan bir kuyuya bakarsa, kuyu da ona bakar." Suyu çekilmiş, kurumuş bir kuyu olmalı Nietz- sche'ninki. Tanpınar'ın kuyusunun dibinde ise hep bir su birikintisi vardır; tıpkı bir ayna gibi, bakana kendi yüzünü yansıtır. 15
- Hikâyenin ancak anlatan ve dinleyenin birbirine yabancı olduklarını fark etmeleriyle, hafızanın ancak bir unutuşla, iz bırakmanın ancak bir silinişle birlikte mümkün oluşu, bugün bizim anlamakta güçlük çektiğimiz bir karşıtlık. Çünkü bizler bugün hafızayı hep bir öznenin hafızası olarak, hep bir mutlaklık düşüncesiyle birlikte düşünmeye yatkınız. Benjamin ise hikâye anlatıcısının "yetkisini" ölümden aldığını söylerken, hafızanın ancak fanilik duygusuyla birlikte, ölümün toplum hayatından henüz silinmemiş olduğu bir dünyada mümkün olabileceğine işaret eder. 16-17
- "Bakışta, bakılandan bir karşılık görme beklentisi vardır? diyordu: "...bakılan ya da bakıldığına inanan, bu bakışa karşılık verir. Bir görüntünün 'aura?smı duymak, ona bakışa karşılık verme yeteneğini tanımak demektir.? Bu karşılıklı bakışma, özne ile nesnenin dünyalarının birbirinden tümüyle koptuğu modem toplumda mümkün değildir artık. Romanda bu deneyimin gerçekleştiği bütünlüğün yeniden kurulduğu tek bir yer vardır: Rüya. 17
- Geçip giden zaman genellikle erkek, geçmişse kadındır Tan- pınar?da. Erkek unutkan; kadın biriken, biriktiren, "velût" ve "yekpare? zaman. "Bursa'da Zaman"da, Bursa'da bir "ikinci zaman" olduğundan söz eder Tanpınar: "Yaşadığımız, gülüp eğlendiğimiz, çalıştığımız, seviştiğimiz zamanın yanıbaşında, ondan daha çok başka, çok daha derin, takvimle, saatle alâkası olmayan; sanatın, ihtirasla, imanla yaşanmış hayatın ve tarihin bu şehrin havasında ebedî bir mevsim gibi ayarladığı velût ve yekpare bir zaman..." İşte bu zaman dişildir, kadındır Tanpmar?da; "mazisinde yaşayan bir geçmiş zaman güzeli gibi hâtıralarına kapanmış olan şehrin? nabzında atan bu dişil zamandır. Tanpı- nar aynı yazıda, kuruluş çağının havasını koruyan köken şehir Bursa'yı "erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan aklan seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzetir. Romanlannda, özellikle de Huzur ve Aydaki Kadında bu imgeler, neredeyse anlatının çatısını kuracak kadar genişler: Unutkan, bu yüzden de hatırlamaya mahkûm erkeğin; saklayan, koruyan, doğurgan kadına yönelmesi, gerçek zamanın dışındaki "ikinci zaman"a, geçmişe dönmesi. Tesadüf olmasa gerek: Tanpınar'da geçmişe, kültürel bütünlüğe, sürekliliğe duyulan istek hep aşkın, kadına duyulan aşkın terimleriyle dile getirilir. 20