- 5 Mayıs 1972'de Deniz'lerin sabaha karşı asıldıklarını duyduğum gün de çok yoğun bir utanç yaşamıştım. O üç çocuk kan dökmemişlerdi, kimseyi öldürmemişlerdi ve henüz yirmi beş yaşına basmamışlardı. Ama TBMM'deki babaları, hattâ dedeleri yaşındaki milletvekilleri, onları ille öldürmek istiyordu. Bunun tek nedeni korkuydu bana kalırsa. Salt kişisel çıkarları üstüne kurulu o kepaze dünya görüşleri açısından, Deniz Gezmiş gibi gençlerin varlığı bile, onlar için korkunç bir tehlikeydi. Deniz Gezmiş'leri ömürlerinin sonuna kadar zindanlara kapatmak yetmezdi.
- Türk olarak yoğun bir utanç duyduğum başka bir gün, "Kanlı Pazar" diye bilinen 16 Şubat 1969 günüydü. O gün solcu gençler, Amerikan Altıncı Filosu'nun İstanbul'a gelmesini protesto etmek için, Beyazıt'da toplandıktan sonra, Taksim'e doğru yürüyüşe geçtiler. Orada, yollarını kesen yobazların sopalı bıçaklı saldırısına uğradılar. Gençlerin ne sopaları vardı ne de bıçakları. Aralarından ikisi öldü. İki yüze yakın kişi, bir kısmı ağır olmak üzere yaralandı.
- Millî galeyan, millî felâkete dönüşmüştü ve Adnan Menderes, bunun suçlusunun komünistler olması gerektiğine karar verdi. Sıkı Yönetim Komutanı Nurettin Aknoz Paşa, hemen o sabah, "6-7 Eylül suçlusu olarak, solcular, Sultanahmet meydanında salkım salkım asılacak" diye buyurdu. Bunun üzerine elli komünistin hemen tutuklanması emredildi. Birinci Şubedeki komünist dosyalarının bir kısmı gelişigüzel raflardan indirilip masaların üstüne yığıldı. Artık piyango kime çıkarsa.
- İşte 6-7 Eylül 1955 gecesi İstanbul kenti aç barbarların istilasına uğradı. Sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı başlamadan önce olan olmuştu bile: Rum evlerinden piyanolar sokağa atılmıştı; buzdolapları kamyonların arkasına bağlanıp yollarda sürüklenmişti; top top kumaşlar paramparça edilmişti; kıymetli camlar ve porselenler yerlere fırlatılmıştı.
- Gazeteler, Kıbrıslı Türklerin Rumlardan neler çektikleri konusunda çarşaf çarşaf yayma başladı. Adnan Menderes bu uydurma yazıları destekleyen nutuklar attı. Derken, 6 Eylül 1955 sabahı gazetelerde Atatürk'ün Selânik'teki evinin bombalandığı haberi çıktı. Bu bomba gibi haberin tama-miyle bir provokasyon olduğu anlaşıldı daha sonraları. Ne var ki, bu uydurma haber yüzünden işler de çığırından çıktı. Demokrat Parti hükümeti, azınlıklara ait bütün dükkânlarla evlerin saldırıya uğrayıp yağma edilmesini, İstanbul'un altının üstüne getirilmesini istememişti aslında. Hükümetin istediği "millî galeyan" denilen o iğrenç canavarı harekete geçirerek, birkaç Rum dükkânıyla evinin camının çerçevesinin indirilmesiydi sadece. Gelgelelim, İstanbul'un 1950'den beri İstanbulluların yaşadığı bir kent olmaktan çıkıp açlarla dolduğunu hesaba katmamışlardı.
- Varlık Vergisi, hükümetin faşist zihniyetini gözler önüne seren, ama usulüyle yapılan bir vergi haksızlığıydı. On üç yıl sonraki 6-7 Eylül olayları ise, memlekete egemen olmaya başlayan barbarlığın bir patlamasıydı. 1950'ye kadar, Türkiye açısından Kıbrıs diye bir sorun yoktu, O sıralarda Adada bir üniversite bulunmadığından, Kıbrıslı gençler İstanbul Üniversitesine gelirdi.Rumlarla nasıl geçindiklerini hep sorardım onlara. "Aramızda kavga filân yok. Gül gibi geçiniyoruz" derlerdi. Gelgelelim, Demokrat Parti hükümeti, halkın dikkatini gittikçe zorlaşan ekonomik koşullardan uzaklaştırmak amacıyla, yüce bir "millî dâva" ayarladı. Çünkü millî dâva deyince, kahraman Türkün ayranının kabardığını, gözünün o millî dâvadan başka bir şey görmediğini, geçim sorununun ikinci plana düştüğünü biliyordu. İşte bu yüzden bir Kıbrıs Sorunu icat edildi. (Ve ne acıdır ki, aradan on beş yıl kadar geçtikten sonra, bu uydurma sorun, hâlâ çözümleyemediğimiz gerçek bir soruna dönüştü.) "Kıbrıs Türktür" derneği kuruldu. Mitingler düzenlendi. Sokaklarda avaz avaz "Yeşil Ada Kızıl olamaz!" "Kahrolsun Komünistler!" diye bağırılıp çağrıldı.
- 29 Nisan'da Ankara olaylarını gören dostlarımın anlattığına göre, komutanları ateş etmelerini emredince bile, genç subaylar onu dinlemiyorlarmış. Anlaşılan gençlerden yana olmayan Ankara Sıkı Yönetim Komutanı Korgeneral Namık Argüç, ateş emri vermiş bir binbaşıya. Bu emri yerine getiremeyen binbaşı, öyle bir şok geçirmiş ki, gözleri kararmış, bayılıp yere düşmüş. Bir üstteğmen de emrini dinlemeyince, fena halde öfkelenen Korgeneral Argüç, silâhı onun elinden kapıp, kendi ateş etmeye başlamış. 27 Mayıs'tan sonra ise, gençlerin bir tek damla kanı dökülmemişti. Oysa öteki iki darbeden sonra kanları dökülen, işkence edilen, yaşları büyütülüp ipe çekilen gençlerdi hep. Çünkü 12 Mart da, 12 Eylül de solcu gençlere karşı yapılan darbelerdi. Ancak 27 Mayıs onlara karşı yapılmamıştı. Ancak 27 Mayıs Mustafa Kemal'in devrimlerini yok etmeye kalkan, demokrat geçindiği halde diktatörlüğe özenen bir hükümete /karşı yapılmıştı. İşte bu yüzden de, idamlar ya da 147'lerin üniversiteden atılması gibi yanılgılara düştüğü halde, öteki darbelere benzemeyen, üstelik bize şimdiye kadar gördüğümüz anayasaların en güzelini bırakan devrimci bir hareket sayılabilirdi. Yalnız öğrenciler değil, bütün ileri aydınlar desteklemişti bu hareketi. 5 Mayıs'ta Ankara'da "555 K" diye bilinen olay olmuştu ("555 K" beşinci ayın, beşinci günü, saat beşte Kızılay'da anlamına gelen bir parolaydı.) O gün o saatte Adnan Menderes'in otomobilini saran gençler "istifa et!" diye bağırınca, Başbakan oradan hemen uzaklaşacağına, sinirlerinin ne denli bozuk olduğunu gösteren bir biçimde davranmaya başlamıştı. Arabadan çıkıp, "benden ne istiyorsunuz? Beni öldürün öyleyse!" diye avaz avaz bağırmış, sağa sola saldırmıştı. İyi ki, 27 Mayıs'm halim selim gençlerinin şiddete hiç eğilimleri yoktu. O gün Adnan Menderes, Türkiye tarihinde hiçbir devlet adamının uğramadığı bir hakarete' uğramış, istenilmediği yüzüne karşı açıkça söylenmişti. Kendisini küçük düşüren bu durum karşısında istifa edecek kadar haysiyetli davransaydı, ne 27 Mayıs darbesi olurdu, ne de sonunda idam edilirdi. Ama inat etti. Yirmi iki gün daha direndi, başbakanlık zorla elinden alınıncaya kadar direndi. Gittikçe azıtan Adnan Menderes, öğretim üyelerine "cübbeli kuklalar" diye hakaret etmişti. Radyodan peşpeşe bildiriler okunuyordu. Bunların bir kısmı Alparslan Türkeş'in sesindendi. Zâten ne yazık ki, darbe haberini ilk onun sesinden duymuştuk. Gelgelelim, bu uğursuz durum bile keyfimizi kaçırmıyordu. Gerçi Alparslan Türkeş'in ülkücü olduğunu biliyorduk ama, öyle bir devrim esrikliği içindeydik ki, "canım belki o da değişmiştir artık" diyerek kendi kendimize yutturmaya çalışıyorduk. Hiç kimselerin değişmediği daha sonraları anlaşıldı. Gerçi "On dörtler" denilen grup Millî Birlik Komitesi'nden atılmasına atıldı. Çok lüks görevlerle yabancı ülkelerdeki elçiliklere sürgün edildi. Ne var ki, kendileri uzaklaştırılmadan iki hafta önce, 147 öğretim üyesini üniversiteden uzaklaştırmanın yolunu bulmuşlardı. Bu konuda hiçbir emir verilmediği halde, bütün evler, bayraklarla donatılmıştı. Sokaklarda bir tek askerin, bir tek askerî aracın görülmemesi ayrıca dikkatimizi çekti. İngiliz Konsolosluğundan Potter ile yolda karşılaştım bir ara. "Siz hiç böyle bir darbe gördünüz mü?" diye sordum adama. "Bunu ne ben gördüm, ne başkası görebilir; çünkü bu bir darbe değil" dedi. Sonra "bu, bir 'gentle revolution'" diye ekledi.
- Ne ilginçtir ki, BBC yani İngiliz devletinin bağımsız radyosu, başkaldıran öğrencilerden yana cephe almıştı. Menderes ve bakanlarını kişisel hırslarına kapılmış, dolayısıyla yasallığını yitirmiş bir hükümet sayıyordu. 27 Mayıs olunca da, böyle bir hükümete boyun eğen Meclisi suçlayarak, askerî darbeyi açıkça destekledi. Polislerden farklı olarak askerler, değil ateş etmek, zor bile kullanmıyorlardı gençlere karşı. "Yapmayın, etmeyin" diye yalvarıp yakarıyorlardı. Bir binbaşının, üniformasının yakasını tutup silkeleyerek üniversitelilere, "ben de sizden yanayım; ama ne yapayım ki, üstümde bu var" dediğini kendi kulaklarımla duydum. Gençler, sevecenlik gösterileri yaparak, erlere sarılarak tanklara tırmanıyorlardı. Bir defasında subay, tankların üstünden inmelerini rica etti. Eğer inmezlerse, onları vurmak emrini aldığını, bunu yapmamak için, kendini vurmak zorunda kalacağını söyledi. Öğrenciler ancak o zaman indiler tankın üstünden.
- 27 Mayıs'ın, 12 Mart ve 12 Eylül'den bambaşka olduğuna kesinlikle inanıyorum gene de. 27 Mayıs, ötekiler gibi faşist bir eylem olarak değil; ilerici, hattâ solcu bir yanı olan, devrimci sayılabilecek bir hareket olarak başladı. 27 Mayıs'tan üç gün sonra, Millî Birlik Komitesinin başkanı Cemal Gürsel Vatan gazetesine, bir cunta liderinin ağzından çıkması hiç olası görülmeyen şu inanılmaz lâfları söylemişti: "Memleketimizde komünist partisinin muvaffak olacağına inanmıyorum. Bir sosyalist partinin lüzumuna inanıyorum. Memlekette sosyal meselelerin halline yardımcı olabileceğini tahmin ediyorum." Nitekim 27 Mayıs'tan bir iki yıl sonra Türkiye İşçi Partisi faaliyete geçti. Memlekette o güne kadar görülmemiş Sosyalist eylemler başladı. T.İ.P.'in binlerce üyesi vardı. 1965'de TBMM'e on beş milletvekili gönderecek kadar güçlenmişti. Eğer 27 Mayıs ve 27 Ma-yıs'm kabul ettiği o olağanüstü ilerici anayasa olmasaydı, ne T.İ.P. gelişebilirdi, ne de sendikalar. Nitekim öteki iki faşist dar- 260 261 benin; özellikle 12 Eylül'ün ilk işi, ilerici 27 Mayıs'm o güzel anayasasının yerine şimdiki gerici anayasayı koymak ve işçi hareketine sekte vurmak için DİSK'i kapatmak oldu. Aziz Nesin'e 27 Mayıs 1960'm anlamını sorunca, "27 Mayıs'm tek bizim kuşağın solcularının bir ay boyunca mutlu olmalarıydı" demişti Aziz. O otuz gün, bir ihtilâl havası içinde öyle heyecanlar yaşadık ki, mutlu olmamamızın pek yolu yoktu. Adnan Menderes, TBMM'inde "siz isterseniz Halifeliği geri getirirsiniz" ya da "benim aday gösterdiğim odun kütüğü bile milletvekili seçilir" gibi saçma sapan lâflar ediyordu. Bu öğrencilerin çoğunun politik bilinçleri yoktu; solculukla uzaktan yakından ilişkileri yoktu; devrimden, Marksizm'den, anti-emperyalizmden hiç haberleri yoktu. Ancak 27 Mayıs'tan sonra öğrendiler bunları. O sıralarda baskılara ve haksızlıklara karşı belli belirsiz bir başkaldırma duymaktaydılar sadece.
- 1917 Rus Devriminin sonu kötü, hem de çok kötü oldu. 1789 Fransız Devriminin sonu da kötü, hem de çok kötü olmuştu. Ama ne gariptir ki, Yeltsin'lerin yönetiminde kapitalizmlerin en berbatı da, terör dönemi ve Napoleon'un savaşları da, bu iki devrimin şanını söndüremedi gene de. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik kavramı insanlığa her zaman ışık tuttuğu gibi, Lenin'in devrimi de insanlığın yolunu aydınlatacaktır her zaman. Şimdi sonu kötü olan başka bir devrimden, Fransız İhtilali ya da Rus ihtilali gibi bütün dünyayı değil, sadece biz Türkleri ilgilendiren bir devrimden, 27 Mayıstan söz etmek istiyorum. 1960'da henüz doğmamış ya da küçük yaşta olanlar, "bu kocakarı delirmiş! O ilk askerî darbeye nasıl devrim diyebilir?" diye hop oturup, hop kalkacaklar, öfkeden köpür köpür köpürecek-ler. Hakları da var; çünkü 1960'da kırkını geçmiş olan bizler gi- bi, o günleri yaşamadılar. Onların gözünde 27 Mayıs, öteki darbelere örnek olan bir ordu müdahalesi. Oysa hiç de öyle değildi aslında. Çünkü bu darbeyi, başta generaller, bütün ordu değil, Millî Birlik Komitesi denilen küçük bir subay grubu yapmıştı. General Cemal Gürsel bile, son dakikada geçmişti harekâtın başına. Biraz önce söylediğim gibi, 27 Mayıs kötü bitti. Çok olumsuz yanları oldu. Yassıada . dâvaları, mahkûmiyetler, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Polatkan'm asılmaları onarılması imkânsız gaflardı. Onları idam ederek kahraman haline getireceklerine, Mustafa Kemal'in yaptığı gibi sürgün etmekle yetineceklerdi. 147 öğretim üyesini sorgusuz sualsiz, İstanbul'daki ve Ankara'daki üniversitelerden atmaları (zaten başka kentlerde üniversite yoktu o günlerde) tam bir rezaletti. Demokrat Partisi hükümeti benim profesörlüğümü tasdik etmemişti aylarca. 27 Mayıstan sonra persona grata oldum. Ağustos sonu, Millî Birlik Komitesinin onayı ve Cemal Gürsel'in imzasıyla profesörlüğe atandım. İki ay sonra da, 28 Ekim 1960'da 147 öğretim üyesiyle birlikte ünivesiteden kovuldum. Tam bir tutarsızlık örneğiydi böyle bir davranış. Beni iki ay sonra atacaksanız, neden izzet ikram onayladınız profesörlüğümü? Bu haksızlık yüzünden korkunç bir şok geçirdim. Çünkü 27 Mayıs'a inanmıştım.