- Ferhan Şensoy, bir oyundan sonra, üniformalı bazı oyuncularını geceleyin Beyoğlu'na salmış. Oyuncuların üstündeki üniforma tamamiyle uydurmaymış. Ne Türk ordusununkine ne de Türk Polis Teşkilatınınkine benziyormuş. Oyuncular, caddeden geçen yurttaşlara yanaşmışlar. Sert bir sesle "kimliğini göster!" diye emretmişler. Yurttaşlar hemen kimliklerini göstermişler. "Arkanı dön! Ellerini duvara daya, üstünü arayacağız!" diye emretmişler. Yurttaşlar, bu emre de boyun eğmiş. Koskoca Beyoğlu Caddesinde, hiç kimse, "siz kimsiniz? üstünüzdeki üniformayı tanımıyoruz. Benden bunları istemeye ne hakkınız var?" diyerek, hesap sormak cesaretini gösterememiş. Çünkü üniforma, uydurma da olsa, üniformadır gene de; yani bir otoritenin simgesidir ve halkımız boyun eğer otoriteye.
- Türkiye İşçi Partisi'ne girerken, halkla daha yakın ilişkilerim olacağını ummuştum. Bu umudum boşuna çıktı. Gerçi TİP'de işçi vardı; ama bir kitle partisi değildik; öteki sosyalist partiler gibi, bir aydın partisiydik aslında. Seçimlerde açılan oy sandıklarını kontrol etmeye gidince, acı bir paradoksla karşılaşırdık: Yoksulların oturduğu gecekondu bölgelerinde hiç oy çıkmazdı bizim Partiye. Biraz daha varlıklı mahallelerden tek tük çıkardı. Meslek sahibi aydın kişilerin oturduğu semtlere gelince, oy sayısı iyice artardı. Örneğin, Ankara'da en çok Çankaya ilçesinden, İstanbul'da en çok Şişli ilçesinden oy alırdı TİP.
- Bizi durdurdular. Komünist propagandası yaptığımız için hakkımızda şikâyet olduğunu söylediler. Biz de çok azametli haller takınarak, ev ve iş adreslerimizi verdik; "gerektiğinde bizi ararsınız" dedik. Çünkü 1966 yılında öğretim üyelerinin ya da Melih Cevdet ile Füreya gibi ünlü sanatçıların azametli davranmaları geçerliydi henüz. Aydın düşmanlığı ancak ikinci askerî darbeden sonra başladı.
- Bu dinozorun anlatmak istediği daha başka şeyler de var. Ömrü vefa ederse, fazla uzun yaşamanın ayıbına katlanabilirse, bakarsınız onları da yazar günün birinde. Yani bu son söz, gerçekten bir son söz değildir belki de.
- 1 Mayıs kutlamaları her zaman bir sorun olmuştur memleketimizde. Solcuların yılda bir, pankartlar taşıyarak, sloganlar atarak sokaklarda yürümeleri, hiç kimselere zarar vermeyeceğine; bir "büyüğümüzün" dediği gibi yollar da üstünde yürünerek aşınmayacağına göre, 1 Mayıs zorla bir sorun haline getirilmiştir daha doğrusu. Eskiden, yani 27 Mayıs I960'tan önce, bunu bir sorun olmaktan çıkarmanın kesin çaresi bulunmuştu: 1 Mayıstan birkaç gün önce, o sıralarda sayısı zaten sınırlı olan komünistlerin nerdeyse hepsi tutuklanır, bir hafta kadar Sansaryan Han'a kapatıldıktan sonra, serbest bırakılırdı. 1977 yılının kanlı 1 Mayısında Bodrum'daydım.
- Nitekim İrlanda elçimiz çocukluk arkadaşım Celâl Akbay'ı Dublin'de görmeye gittiğimde, müzeye dönüştürülen kocaman cezaevine götürmüştü beni. O ceza-evi-müzeyi gezince, Eire'nin, yani İrlanda Cumhuriyetinin, Büyük Britanya İmparatorluğuna karşı verdiği savaşımın bütün aşamalarını ayrıntılarıyla öğrenebiliyordunuz. Her hücrenin kapısındaki plakada, orada yatan bağımsızlık savaşçısının adı yazılıydı. İrlanda Cumhuriyetini kuran kahramanların hiçbir zaman unutulmamaları sağlanmıştı böylece. Bizler de beş yıldızlı turistik oteli başka yere dikerek artık ölen ünlü yazarlarımızın ve fikir adamlarımızın anısına bir müze yapamaz mıydık Sultanahmet Cezaevini?
- Romantizm, her nedense, sulandırılmış ucuz bir duygusallıkla özdeşleştirilerek hor görülmüştür öteden beri. Oysa ben, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısındaki İngiliz Romantik akımının bir uzmanı olarak geleceğin güzel günlerine inanan; kendi çağının çirkin gerçeklerine teslim olmayı reddeden; insanları, doğayı ve yaşamı coşkuyla seven şairleri tanımlamak için kullanıyorum "romantik" sözcüğünü.
- Ne ilginçtir ki, 12 Eylül'de bütün dernekler kapatıldı. Ama uluslararası niteliğinden ve taraf tutmamasından ötürü (çünkü Sovyet Rusya'daki düşünce suçluları da korunuyordu) Af Örgütüne ve onun Ankara ile İstanbul'daki üyelerine karşı bir şey yapmayı göze alamadılar.
- Faşizm bir budalalar rejimi olduğundan, gülünç bir yanı vardır her zaman. 12 Eylül faşizminin en gülünç yanlarından biri de, sakal sorununda meydana çıktı. Üniversite öğretim 293 üyelerinin ille de ille sakallarını kesmeleri emredildi. Kesme-yenler üniversiteden atılmakla tehdit edildi. Ne komiktir ki, Osmanlı döneminde tam tersi yapılmış, sakalsızlar devlet memurluğuna kabul edilmemişti. Şimdi de Afganistan'da sakalsızların cezalandırıldığını biliyoruz. Bu gülünç yobaz rejimleri hep aynıdır.
- 27 Mayıs 1960'tan farklı olarak, 12 Mart 1971'de ve 12 Eylül 1980'de, birbirinden berbat iki faşist dönem yaşadık. Beyazıt meydanında ya da Ankara'da bir evde gençler toplu kıyıma uğruyor; öğretim üyeleri vuruluyor, hattâ adı solcuya çıkmayanlar bile öldürülüyordu. 7 Nisan 1978'de Server Tanilli kurşunlanıp, tekerlekli sandalyeye mahkûm edilmişti. İkide birde kapatılan üniversitelerde, silâh sesleri, kız öğrencilerin çığlıkları, faşistlerin kurt ulumaları duyuluyor; yerde kan lekeleri ve üstü gazetelerle örtülü gencecik ölüler görülüyordu.