29 Nisan'da Ankara olaylarını gören dostlarımın anlattığına göre, komutanları ateş etmelerini emredince bile, genç subaylar onu dinlemiyorlarmış. Anlaşılan gençlerden yana olmayan Ankara Sıkı Yönetim Komutanı Korgeneral Namık Argüç, ateş emri vermiş bir binbaşıya. Bu emri yerine getiremeyen binbaşı, öyle bir şok geçirmiş ki, gözleri kararmış, bayılıp yere düşmüş. Bir üstteğmen de emrini dinlemeyince, fena halde öfkelenen Korgeneral Argüç, silâhı onun elinden kapıp, kendi ateş etmeye başlamış. 27 Mayıs'tan sonra ise, gençlerin bir tek damla kanı dökülmemişti. Oysa öteki iki darbeden sonra kanları dökülen, işkence edilen, yaşları büyütülüp ipe çekilen gençlerdi hep. Çünkü 12 Mart da, 12 Eylül de solcu gençlere karşı yapılan darbelerdi. Ancak 27 Mayıs onlara karşı yapılmamıştı. Ancak 27 Mayıs Mustafa Kemal'in devrimlerini yok etmeye kalkan, demokrat geçindiği halde diktatörlüğe özenen bir hükümete /karşı yapılmıştı. İşte bu yüzden de, idamlar ya da 147'lerin üniversiteden atılması gibi yanılgılara düştüğü halde, öteki darbelere benzemeyen, üstelik bize şimdiye kadar gördüğümüz anayasaların en güzelini bırakan devrimci bir hareket sayılabilirdi. Yalnız öğrenciler değil, bütün ileri aydınlar desteklemişti bu hareketi. 5 Mayıs'ta Ankara'da 555 K diye bilinen olay olmuştu (555 K beşinci ayın, beşinci günü, saat beşte Kızılay'da anlamına gelen bir parolaydı.) O gün o saatte Adnan Menderes'in otomobilini saran gençler istifa et! diye bağırınca, Başbakan oradan hemen uzaklaşacağına, sinirlerinin ne denli bozuk olduğunu gösteren bir biçimde davranmaya başlamıştı. Arabadan çıkıp, benden ne istiyorsunuz? Beni öldürün öyleyse! diye avaz avaz bağırmış, sağa sola saldırmıştı. İyi ki, 27 Mayıs'm halim selim gençlerinin şiddete hiç eğilimleri yoktu. O gün Adnan Menderes, Türkiye tarihinde hiçbir devlet adamının uğramadığı bir hakarete' uğramış, istenilmediği yüzüne karşı açıkça söylenmişti. Kendisini küçük düşüren bu durum karşısında istifa edecek kadar haysiyetli davransaydı, ne 27 Mayıs darbesi olurdu, ne de sonunda idam edilirdi. Ama inat etti. Yirmi iki gün daha direndi, başbakanlık zorla elinden alınıncaya kadar direndi. Gittikçe azıtan Adnan Menderes, öğretim üyelerine cübbeli kuklalar diye hakaret etmişti. Radyodan peşpeşe bildiriler okunuyordu. Bunların bir kısmı Alparslan Türkeş'in sesindendi. Zâten ne yazık ki, darbe haberini ilk onun sesinden duymuştuk. Gelgelelim, bu uğursuz durum bile keyfimizi kaçırmıyordu. Gerçi Alparslan Türkeş'in ülkücü olduğunu biliyorduk ama, öyle bir devrim esrikliği içindeydik ki, canım belki o da değişmiştir artık diyerek kendi kendimize yutturmaya çalışıyorduk. Hiç kimselerin değişmediği daha sonraları anlaşıldı. Gerçi On dörtler denilen grup Millî Birlik Komitesi'nden atılmasına atıldı. Çok lüks görevlerle yabancı ülkelerdeki elçiliklere sürgün edildi. Ne var ki, kendileri uzaklaştırılmadan iki hafta önce, 147 öğretim üyesini üniversiteden uzaklaştırmanın yolunu bulmuşlardı. Bu konuda hiçbir emir verilmediği halde, bütün evler, bayraklarla donatılmıştı. Sokaklarda bir tek askerin, bir tek askerî aracın görülmemesi ayrıca dikkatimizi çekti. İngiliz Konsolosluğundan Potter ile yolda karşılaştım bir ara. Siz hiç böyle bir darbe gördünüz mü? diye sordum adama. Bunu ne ben gördüm, ne başkası görebilir; çünkü bu bir darbe değil dedi. Sonra bu, bir 'gentle revolution' diye ekledi.
Diğer Mina Urgan Sözleri ve Alıntıları
- "Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuruluysa; eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım? Tam tersine baş kaldırırım, direnirim böyle bir çağa karşı. Bu yüzden dinozorlukla suçlanmam da vız gelir bana. Çünkü ben dinozoru tarih öncesi çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil; geçmişin doğruluğu kanıtlanmış ve yadsınamaz değerlerini yeni sentezler yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan bir yaratık olarak tanımlıyor, dinozorluğumla övünüyorum."
- "Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuruluysa; eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım? Tam tersine baş kaldırırım, direnirim böyle bir çağa karşı. Bu yüzden dinozorlukla suçlanmam da vız gelir bana. Çünkü ben dinozoru tarih öncesi çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil; geçmişin doğruluğu kanıtlanmış ve yadsınamaz değerlerini yeni sentezler yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan bir yaratık olarak tanımlıyor, dinozorluğumla övünüyorum."
- Anılarıma başlarken, her şeyden önce, gençliğin bir mutluluk, yaşlılığın ise bir mutsuzluk dönemi olduğu mitosunu yıkmak istiyorum. Gençliğin mutluluğu, gençlerin kendileri dışında nerdeyse herkesin inandığı koca bir yalandır. Hiçbir gencin "genç olduğum için aman ne mutluyum" dediği duyulmamıştır. Ama her nedense ihtiyarlar "Ah! Gençken ne mutluydum!" diyerek kendilerini avutup dururlar.
- Bir dostluğun devamı için az çok aynı çizgide fikir birliği olduğu sürece, ayrı kentlerde ya da ayrı ülkelerde yaşamanız, yıllarca birbirinizi görmemeniz dostluğu hiç zedelemez. Buluşur buluşmaz, iletişim yeniden kuruluverir dakikasında.
- Dostlarım, o tatil köylerinin her şey önceden düzenlendiği, her şey hazır olduğu, her şey aynı mekânda bulunduğu için, daha "rahat" olduğunu söylediler bana. Ne yazık ki, insanların düş gücü eksildiği, kafaları uyuştuğu için, öyle bir hale geldiler ki, "rahat" uğruna, yaşamın değişik yanlarından, renkliliğinden, rastlantılarından, yani yaşamı yaşamaya değer yapan her şeyden vazgeçmeye hazırlar artık.
- Ege denizinden Akdeniz'e geçtiğimizi, haritalardan değil, suyun renginin değişmesinden; çok koyu, nerdeyse lacivert diyebileceğimiz bir maviye dönüşmesinden anlardım.
- Daha önce anlattığım gibi, çocukluğumdan beri her koşul altında okurum. Yatılı okulda, yorganların battaniyelerin altında, el feneriyle okuduğum olurdu. Yeterince okuyamayınca, afyondan yoksun kalmış bir esrarkeş kadar tedirgin olurum. Kimisi bir iskemleye oturup kitabı masanın üzerine koyar, eline kalem alır, öyle okur. Çünkü okumak entelektüel bir uğraştır onun açısından. Benim için ise bir keyif olduğundan kendimi divanlara atarak, rahat koltuklara gömülerek ya da yatağıma uzanarak okurum.
- Gerçi cinselliğin kıvılcımları, yetmiş yaşında da, seksen yaşında da her zaman kalır insanın içinde. Ne var ki, bu kıvılcımları bir yangına dönüştürmenin sonu felaket olur. İşte bu yüzden, biraz öncede dediğim gibi, cinselliği vaktinde olanca şiddetiyle yaşamak, sonra da bu devreden çıkmak akıllıca bir davranıştır. Gelgelelim devreden çıkarmak hiç de kolay değildir. Hatta yaşamın en güç dönemlerinden biridir. Bu dönem, gençliklerinde cinsel açıdan çok çekici olan kadınlarla erkeklere ayrıca güç gelir. Çünkü ihtiyarladıklarını artık kabul etmek gerekmektedir. Bunu kabul etmeye de kolay kolay katlanamaz insan. Ama söylediğinize kendinizde içtenlikle inanarak "artık tamam, ihtiyarladım; cinsellik bitti bundan böyle" diyebilirseniz, gençliğinizde ve orta yaşlıyken hayal bile edemeyeceğiniz bir hayata kavuşursunuz.
Zaten yaşlı bir Fransız devlet adamı, galiba Clemenceau, tangoyu ilk seyrettiğinde, "çok güzel, ama neden ayakta" demiş. - Yaşamım boyunca birçok yanılgıya düştüm. Bana çok acı çektiren yanlış işler yaptım. Hiç birinden pişman değilim; çünkü yapılması gereken yanlışlardı bunlar. O yanlışları ancak yaptıktan sonra onlardan kurtulabilirdim.
Jacop Boehme, "cehennemde yanan sadece benliktir" der. Albert Einstein da, bir insanın kendi benliğinden ne kadar sıyrılabilirse, o kadar değerli sayılabileceğini söyler.
Kaldı ki, kendini öldürmek kolaydır. Anlık bir cesaret meselesidir sadece. Asıl zor olan yaşamaktır. Bunca felaket arasında, fazla rezil olmadan yaşamak gücünü bulmaktır asıl zor olan.
Ancak birbirimizden nefret edecek kadar dindarız; birbirimizi sevecek kadar dindar değiliz.
Çeviri kadın gibidir; ya serbest ve güzel olur, ya da sadık ve çirkin.
1960'da profesörlük utanılacak bir unvan değildi henüz. Şimdiyse, biraz öyle oldu. Birçok namuslu profesörün yanı sıra, başta politikacılar olmak üzere yığınla da namussuzu var. O kadar ki, beni bilmeyen birine "profesör" diye tanıtılınca, ezilip büzülüyorum. "ama ben namussuz değilim" demek geliyor içimden.
Bir kadının namusu belinden aşağısında değil, burada, kafasındadır. Farzedelim ki, parası olduğu için, bir adamla evlendin. Sen namussuz bir kadınsın bunu yaptığın için. O adama bağlı kalsan da, onu hiç aldatmasan da, gene namussuzsun. Çünkü parası yüzünden oturuyorsun o adamla. Asıl orospuluk budur. Para uğruna ilişki kurmaktır asıl orospuluk. Hiç menfaat gütmeden ve başkalarına kötülük etmeden sevgili değiştiren bir kadına, ben orospu demem, çapkın kadın derim ancak. Senin çapkın bir kadın olmanı istemem. Ama çıkarını kollayan nikahlı bir kadın olacağına, çapkın bir kadın ol daha iyi. - Kendi ailemin eski serveti dahil, her zenginliğin arkasında ya bir haksızlık, ya bir sömürü, ya bir hırsızlık olabileceği konusunda kuşkularım vardır hep. Onun için on beş yaşından beri zengin olmak ayıbından kurtulduğum, ekmek parasını kendi alnın teriyle kazanan çalışan bir kadın olduğum için gurur duyarım. Bunlar çok dinozorca düşünceler elbette. Ama dinozorca düşünmekten hiç mi hiç utanmıyorum. Günümüzün para hırsına kapılmış sözüm ona çağdaş kafalı kişilerden biri olmak çok daha fazla utandırır beni. Turgut Özal'ın işportaya sürdüğü "vizyonlar", "transformasyonlar", "yükselen değerlere" hiç inanmadığım için dinozorum. Onun "yükselen değerler" dediği, gerçek değerlere değil, serbest rekabet ortamında, herkesin birbirinin gözünü daha rahat oyarak, daha çok para kazanmalarını sağlamak amacıyla uydurulan alçakça alçalmalardır. Turgut Özal'ın millete aşıladığı zihniyet yüzünden, Türkler hem daha çok para kazanmak istiyor; hem de çok parası olduğunu herkesin bilmesini istiyor artık. Parayı gözler önüne sermenin bir yolu da düğünler.