- Bir turist grubuyla Rusya'ya yaptığım bir haftalık gezi sırasında, kaldırımlarda müşteri bekleyen güzel Rus kızlarını görmüştüm. Ama liselerde en iyi meslek konusunda yapılan bir araştırmada, on altı yaşında Rus kızlarının, birinci en iyi meslek olarak işletmeciliği, ikinci en iyi meslek olarak da fahişeliği açıkça seçeceklerini beklemiyordum.
- Rus Devriminin, özellikle Lenin'in ölümünden sonra, edebiyata ve sanata düşmanca tutumu hiç aklımdan çıkmıyor. Sovyetlerde olup bitenler üstüne kuşkularımı sol düşmanlarına hiç söylemiyordum elbette. Ama kendi ideallerimi paylaşanlara sık sık açıyordum bu konuyu ve en yakın dostlarımla birbirimize giriyorduk. Ne gariptir ki, eleştirilerime çok sert tepkiler göstereceğini sandığım Behice Boran, bana karşı hiç de haşin davranmıyordu. İç savaş, ekonomik sorunlar, İkinci Dünya Savaşı, Batının düşmanlığı yüzünden benim düşlediğim güzel sosyalizmin orada henüz tam kurulamadığını kabul ediyordu. Ama ileride mutlaka kurulacağına inanıyordu. Gerçi Sovyet Rusya'da benim düşlediğim ideal komünizm kurulamamıştı. Ama toplumsal düzende çok olumlu değişiklikler yapılmıştı gene de. Hiç kimse aç değildi; herkesin iyi kötü bir işi vardı; herkesin, çok küçük de olsa, barınabilecek bir evi vardı; eğitim de sağlık hizmetleri de ücretsizdi. İşte bu yüzdendir ki, Rusya'da ve Doğu ülkelerinde, Gorbaçov'un önerdiği türden bazı değişiklikler, daha demokratik yöntemlere doğru bir yönelme bekliyordum da, böylesine iğrenç bir çöküşü, Rusya'nın vahşi kapitalizmlerin en vahşisini benimseyeceğini, Mafya'nın egemenliğini, yani bütün bu kepazelikleri beklemiyordum.
- Üniversitelerimizde Türkçe yerine İngilizce eğitim yapılması tam bir rezalettir bence. Yabana diller elbette ki öğretilmelidir; hem de çocuk küçükken ilk okulda başlayarak lise öğrenimi süresince devamlı öğretilmelidir. Ama üniversitelerde ancak yabancı filolojilerdeki Türk hocalar yabancı dil kullanabilir. Örneğin, İngiliz edebiyatı dersi verirken, bir öğretim üyesi İngilizce konuşmayı, ötekisi Türkçe konuşmayı yeğ tutabilir. (Nitekim ben kendim, öğrencilerim İngiliz edebiyatı okuduklarına göre, mümkün olduğu kadar bu dili duymaları için, İngilizce ders verirdim.) Ama şimdi birçok üniversitede yapıldığı gibi, bütün derslerin İngilizce verilmesinin, bunun "Globalleşme" denilen yutturmacanm doğal bir sonucu sayılmasının, sömürge olduğumuzu resmen kabul etmekten başka bir anlamı olamaz. Avrupa ülkeleri de globalleşiyor sözde. Gelgelelim, Fransa'da, Almanya'da, İtalya'da, İspanya'da İngilizce eğitim yapan bir tek üniversite yok. Ne acıdır ki/ ancak bizim memleketimizde var böyle bir kepazelik. Üstelik anladığım kadarıyla yabancı dilde yüksek öğretim görenler, ne o dili doğrudürüst öğrenebiliyorlar, ne de kendi ana dillerini. İngiKzceleri de yarımyamalak kalıyor, Türkçeleri de. Bir şey sanan ben, toplumsal ve ekonomik düzenin korkunç haksızlığının bir ürünüydüm sadece: Büyük bir kentte, çok aydın bir çevrede büyümüştüm, en iyi okullarda okutulmuştum; gümüş tepsilerde bana kültür sunulmuştu sanki. Ama o kulübenin önündeki köylü kızı olsaydım, etrafımı saran yoksulluğun demir çemberini kıramayacaktım; kültürlü bir çevreden, iyi bir eğitimden yararlanamayacaktım. Dolayısıyla, ben "ben" olamayacaktım. O köylü kızı, benden çok daha akıllı, çok daha yetenekliydi belki de. Ama o kulübenin önünde kalmaya mahkûmdu ömrü boyunca. Bu haksızlığı ortadan kaldıracak yeni bir düzen arayışı, beni solculuğa yöneltti doğal olarak. Gerekli kitapları okumaya başladım. Böylece sosyalist, daha doğrusu komünist oldum. Örneğin Sovyet Rusya'daki durumu, orada gerçek bir komünizmin kurulamadığını, bu gidişle ileride de kurulamayacağını çok çabuk anlamıştım. Ve hiçbir zaman Maocular grubuna girmediğim halde, anti-Sovyet bir komünisttim öteden beri.
- Çağımızın sözde yükselen, ama aslında alçalan değerleri arasında damarıma en çok biri "globalleşme" dedikleri palavra. Ben enternasyonalizme, yani sınırların ortadan kalkmasına, milletlerin tam anlamıyla kaynaşmasına inanan bir dinozorum. Globalleşme ise, enternasyonalizmin tam tersi benim gözümde. Globalleşme lâfı arttıkça, insanlar aynı küre içinde birleşeceklerine birbirlerine büsbütün düşman oluyorlar. Etnik gruplar arasındaki düşmanlıklar artıyor. Çeçenlerle Ruslar; Boşnaklarla Hırvatlar, Sırplar, Slovaklar birbirlerine giriyorlar. Marx, enternasyonalizm sayesinde bütün dünya emekçilerinin birleşmesini istemişti. Globalleşmede ise birleşen ancak büyük kapitalistlerin yönettikleri büyük şirketlerin paraları. Globalleşen insanlar değil, paralar ancak. Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dön-mekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuru-luysa; eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense, ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım? Tam tersine, başkaldırının, direnirim böyle bir çağa karşı. Bu yüzden dinozorlukla suçlanmam da vız gelir bana. Çünkü ben dinozoru, tarihöncesi çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil; geçmişin doğruluğu kanıtlanmış ve yadsınmaz değerlerini yeni sentezler yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan bir yaratık olarak tanımlıyor, dinozorluğumla övünüyorum. Ö.D.P. sosyalist bir parti olduğu için ona umut bağladığımı; bundan önceki uygulamalara hiç benzemeyen yepyeni ve doğru dürüst bir sosyalizm istediğimi; böyle bir sosyalizmin insan haklarını da, kadın haklarını da, çevre korunmasını da nasıl olsa kapsayacağını; bunun bir ütopya sayılacağını, ama çocukluğumu Cumhuriyetin ilk yıllarında, yani toplumsal alanda ütopyaların gerçekleştiği bir dönemde geçirdiğim için, ütopyaları boş hayaller saymadığımı söyleyince, bir alkış daha koptu.
- 1950'li yılların yeni zenginlerinin görgüsüzlüğünün bir örneği, Turgut Özal'ın millete aşıladığı zihniyet yüzünden, Türkler hem daha çok para kazanmak istiyor; hem de çok parası olduğunu herkesin bilmesini istiyor artık.
- Şiirin güzelliği bir yana, komünist Nâzım Hikmet'in gerçekten yurtsever olduğu kafalarına dank etmişti herhalde. Zaten Nâzım Hikmet'in şiirlerinde, dinleyenleri sessizliğe gömmek gibi bir keramet vardır:
- 1930'lu hattâ 194O'lı yıllarda, İstanbul'da oturan aydınların, Anadolu'dan haberleri yoktu. Kendi memleketleri, hiç görmedikleri, görmeyi de pek merak etmedikleri yabancı bir ülkeydi sanki. Artık iç turizm dediğimiz olay yok, sadece dış turizm vardı. Şimdi Akdeniz ya da Ege kıyılarına gitmeye can atan İstanbullular eskiden kendi kentlerinin sayfiyelerine giderlerdi yazları.
- Sait, kıskançlık denilen duyguyu hiç anlamadığını anlatıyordu bana. "Senin âşık olduğun kadına o da tutulduğu için, bir erkeğe nasıl düşman kesilirsin, nasıl kıskançlığa kapılırsın?" diyordu. "Seninle aynı duyguları paylaşan adam, sana en yakın insandır, senin can kardeşindir"
- Neyzen'in çoğu parçalan gibi bu da kendi doğaçlaması olduğunu daha sonraları anladım. Çünkü Neyzen, genellikle başkalarının müziğini değil, ancak kendi müziğini üflerdi neyine. Bu Bektaşi dervişinin hiçbir kurumun isteklerine boyun eğmeyeceğini; ancak kendi canı isteyince neyini üfleyeceğini bilmiyorlardı. Kaldı ki, Neyzen Tevfik alkolik değil, tıpkı Edgar Alan Poe gibi dipsomandı. Alkolik, normal yaşamını sürdürebilmek; örneğin yıkanıp, giyinip, işine gidebilmek için, bir miktar alkol almak gereksinimini duyan kişidir. Sabahtan başlayıp, bütün gün içer. Ne var ki, ölçüyü kaçırmazsa, fazla içmezse, çalışma yaşamını az çok sürdürebilir. Dipsomanların durumu ise, alkoliklerinkinden beterdir. "Dipso" içmek isteği/ "mania" da delilik anlamına geldiğine göre, dipsornaniyi delice içmek hastalığı diye tanımlayabiliriz. Dipsomanlar, haftalarca, kimi zaman aylarca, hiç alkol almazlar. Sonra durup dururken içki nöbeti başlar. Hiç ara vermeden, çılgınca, ölesiye içerler. Bu alkol delirmesi, genellikle bir "fugue" yani bir kaçışla sonuçlanır. Adamı evinden kilometrelerce uzakta, bilinçsiz bir durumda bulurlar. Örneğin Beyoğlu'nda oturan biri, Şile yolunda bir hendekte bulunur. Ney üfler, dinleyeni ağlatır; sonra peşpeşe espriler patlatır, insanı katıla katıla güldürürdü.
- Sovyet devriminden umut kesmeye başlamamın nedenlerinden biri de Rusların Enternayonal'den vazgeçip "millî" bir marşı kabul etmeleridir zaten.