- Ne diye cehennemî coşkularınla, ilk yaşantımın dinginliği içinden çekip zorla aldın beni? Güneş de ay da gerçekten parlayan şeylerdi benim için; dingin düşünceler ortasında uyanırdım, sabahları, sayfaları katlar dua ederdim. Hiçbir kötülük görmezdim bunda, gözlerim yoktu da ondan. Hiç kötü şey duymazdım, kulaklarım yoktu da ondan; ama ama, öcümü alacağım!
Mısırlı İsabelle'den, Achim Von Arnim
126.bölüm - Düş, bir kule gibi oluşmuştu, sonsuz sayıda yükselen ve sonsuzlukta yitip giden ya da tam tersi, basık daireler halinde alçalan toprrağın sinesinde yitip giden tabakalardan oluşuyordu. Peşinden sürüklendiğimde,sarmal başladı ve bir labirentti bu sarmal. Ne çatısı, ne tabanı, ne çeperleri, ne de geri dönüşü vardı. Ama kesin bir belirginlikle yinelenen temalar vardı.
Anais Nin, Winter of Artifice
110.bölüm - Kurban, celladını, bir daha gözüne gözükmeyeceğine nasıl ikna edebilir ki.
Malcolm Lowry, Yanardağın Altında
118.bölüm - Dudaklarına dokunuyorum senin, kenarlarını çiziyorum tek parmağımla, sanki benim elimden çıkmış ağzın, ilk kez aralanıyor sanki; gözlerimi kapamam kafi, her şey yeniden yeniden başlıyor, elimin altında, her seferinde bir başka ağız doğuyor istediğim türden, elimin seçip yüzüne yerleştirdiği nice ağız arasından seçilmiş bir ağız bu, seçen benim, kendi ellerimle yüzüne çizivermek için onca özgür ben seçtim, nasıl olduğunu anlayamadığım bir rastlantı sonucu olarak, elimin altında çiziktirdiğim ağza tıpa tıp uyan bir ağız oluyor seninki.
Bana bakıyorsun, çok yakından, gitgide yaklaşıyor yüzün, seyrediyorsun beni, tepegözüz sanki, gözlerimiz büyüdükçe büyüyor, üst üste gelerek iki göz tek göz oluyor: tepegözler birbirine bakmakta, solukları karışmış birbirine, ağızlar buluyor yekdiğerini, dudaklar sıcacık, kavgada, dil düşlere henüz dokunmuş, bir sessizlik dil üzerinde, bir eski koku, mis gibi, ağır bir hava dolanıp duruyor. O an işte, ellerim dalıyor saçlarına, derinlerini okşuyor ağır ağır, ikimizin de ağzı çiçek ve balık dolu sanki, sarmaş dolaş, öpüşüyoruz, hızlı hızlı, derin duyumlarla. Isırıyorsak eğer, acısı tatlı, birbirine karışmış soluklarımız içerisinde, sönüp gidiyorsak eğer, dönüşüyorsak kısa ve korkunç bir boğuluşla, ölüme, bu anlık ölüm güzel. Tek bir tükürük tek bir olgun meyve tadı; yapışmışsın bana, duyuyorum titremelerini, suda titreşen ay gibi aynı..."
7.bölüm - Önce, iç kanama, sıcacık yanması insanın içten içe, ya da iç tepmesi gibi olmuştu; içten dayak yeme; cebinde mavi kaplı pasaportun varlığını duyumsamak gereği; otel anahtarının duvar panosunda asılı ve güvende olması. Korku, bilemeyiş, şaşkınlık; böyle diyebilir insan kendine, budur da zaten; şimdi şu kadın gülümseyecek, bu yolun bitiminde Botanik Bahçesi başlıyor... Paris; kirli bir aynaya iliştirilmiş Klee'nin bir deseniyle bir kartpostal sanki. Bir akşam Cherche-Midi Sokağı'nda ortaya çıkmıştı la Sibylle, Tombe Issoire Sokağı'ndaki evime dönüşte elimde her zaman bir çiçek, Klee'den ya da Miró'dan bir desen olurdu, eğer parasızsam yolda parktan kuru bir çınar yaprağı alırdım. Tanyeri ağarırken sokaklardan boş kutular, tel parçaları da topladığım dönemlerdi, bunlarla kurgu yontular, profiller çalışırdım, yaptıklarım şöminenin üstünde sallanıp dururdu, bazen bir işe yaramayan makineler yapardım. La Sibylle boyamama yardım ederdi. Birbirimize âşık değildik, ama ustaca sevişirdik, uzaklaşmak, ilgisizlik, soğukluk, eleştirel kafa yapısı, ama sonra korkunç bir sessizlik içine düşerdik, bardağımızdaki biranın köpüğü kanımızda tıpa olur, ısıtırdı bizi, daralırdık; birbirimize bakar durur ve herhalde işte bu olmalı zaman diye düşünürdük. Sonra la Sibylle kalkar, amaçsız, odada dolaşmaya başlardı.
- Ben bile, evet ben bile sanma ki dosdoğru bir adamım, tam ve bütün yanılmaz biri, yalnızca bir parmaktan ötekine yengeç gibi atılan ebemkuşağını seviyordum ben.
- Talita biraz daha kaydı yatağın içine, Traveler'e yapıştı iyicene. Yeniden onun yanında olduğunu biliyordu, boğulmamıştı, Traveler onu suçiçeğiymişçesine yüzeyde tutuyordu, suların dibi mi, ne yazık ah çok güzel ama ne yazık. Her ikisi de aynı şeyi duyumsadılar ve birlikte, sözcüklerin, okşamaların, ağız ve dudakalrın sarmalları arasında, çemberi tutan merkez gibi, çemberinde, şu insanı rahatlatan benzetmelerin, şu her zamanki insan oluvermenin doygunluk verici hüznünün varolduğu insan olmanın, bunu sürdürmenin, rüzgâra ve dalgalara karşı sıkıca tutunabilmenin çağrıya karşı, çağrıya ve düşüşe karşı çıkmanın varolduğu ortak düzleme kendilerini bırakıverdiler, kendi içlerine düşer gibi.
55/384
Talita biraz daha sokuldu yatağa, ona sığındı iyice. Yeniden Traveler'in yanında olduğunu biliyordu, la Sibylle'in boğulmadığını da, ötekinin onu su üstünde tuttuğunu da, aslına bakılırsa yazıktı da, çok çok yazık. Her ikisi de derinden duydular bunu, hem aynı anda ve kendilerini bıraktılar, kayarak birbirlerine, çember daireyi nasıl sararsa, ağızların, okşamaların, sözcüklerin ortak dünyasına, insanı rahatlatan metaforlar dünyasına kayıverdiler, şu her günkü insan olmak gibi eski hüzünlü doygunluk var ya, sürdürmek, rüzgâra ve gelgitlere, çağrılara ve düşüşlere tutunmak var ya.
133/603 - Dural durduğumuz sürece zaman daha hafif gelir bizlere.
- Aksolotl'lar bir şeyleri bekleşiyorlardı: yıkılıp gitmiş bir uzak, eski egemenlik mülkünü, dünyanın aksolotl'lar dünyası olduğu bir özgürlük çağını. Taş yüzlerindeki o zoraki bomboşluğu, yenik düşürmeye çalışan böylesi ürkünç bir bakış, ancak bir acının habercisi olabilirdi; o sonsuz mahkumluğun, su cehenneminde çektikleri şu azabım bir kanıtı. Kendi duyarlılığım yüzünden aksolotl'lara asılsız bir bilinç yüklediğimi kendi kendime kanıtlamaya yelteniyordum boş yere. Tuhaf gelen tek bir şey vardı: her zamanki gibi düşünmeyi sürdürmek, her şeyi bilmek. Bunu algılamak, diri diri gömülmüş bir adamın, Gözlerini yazgısına açtığı o ilk andaki dehşetine benziyordu...
- Bakmasını bildiğimi sanıyorum, bildiğim bir şeyse bu baktığım. Her bakıştan yalancılık sızdığını, çünkü her bakışın bizi, en ufak bir güvencemiz olmaksızın kendimizden dışarı ittiğini de biliyorum.