- Tanzimatı aşırı bir Avrupacılık olarak suçlayan bugünkü milliyetçilerin aksine, Ziya Gökalp Tanzimatçıların Batı medeniyetini yarım-yamalak alarak memlekette bir sürü ikiliklere yol açtıklarını söylüyordu. Mektebin yanında medrese, Batı hukukunun yanında eski hukuk, Batı müziğinin yanında Doğu müziği vs. ile Tanzimat tam bir karışıklık getirmişti. Bunların yanı sıra Ziya Gökalp'ın en şiddeti hücumu milliyetçilik noktasında idi. O, Tanzimatçıların Osmanlı ülkesini parçalanmadan koruyabilmek için bir "Osmanlılık" icat ederek Türklüğü ihmal ettiklerini, halbuki bütün gayrıtürk unsurların milli kültürlerine sarılmalarına karşılık sadece Türklerin Osmanlılık kavramını benimsediklerini söyledi.
- Herhalde Tanzimatçılar -bütün kusurlarına rağmen- bugünkü Tanzimat aleyhtarı aydınlarımızın yanında son derece muhafazakar, yerli, İslam kalırlardı. Eline her kalem alan kişi "yüz elli yıldır içine düştüğümüz buhran"dan bahsederken, ikide bir de "Tanzimattan beri" diye sözlerine başlarken, aslında Tanzimatçıları tenkit etmekten ziyade bizim modernleşme hareketlerimiz hakkındaki umumi şikayetlerini dile getirmektedir. Bunlara bir noktayı hatırlatmakta fayda görüyoruz. Tanzimatçılar da memleketin "yüz elli yıldır" bozulduğunu söylüyorlar, Tanzimat Fermanı'nda yüz elli yıldan beri devlet idaresinin türlü musibetlere giriftar olduğundan bahsediyorlardı.
- Cumhuriyete gelince, bu olay Tanzimattan, daha doğrusu İkinci Mahmud'dan beri gelen değişmelerin tabi bir sonucu sayılabilir. Fakat Cumhuriyet modernleşme yerine Batılı olmayı kesinlikle tercih ederek Tanzimatın geleneğini reddetmiştir. Modernleşme ile Batılı olma basit bir kelime farkından ibaret değildir, tamamen değişik dünya görüşlerini ifade eden kavramlardır.
- Weber'in fikirlerini anlamak zor olduğu gibi, onun izahına göre cemiyeti değiştirmek de çok zordur. Bu iki nokta göz önünde tutulunca, onun gibi fevkalade önemli bir şahsiyetin Türkiye'de hiç tanınmayışı kolayca anlaşılır. Siyasi eylemciliğin sosyolojik düşünceye hep ağır bastığı bir ülkede ancak Marx, fakat o da slogan ve beyanname seviyesinde şöhret bulabilirdi.
- Marksizmin en belirgin vasfı fikir yerine slogan kullanarak Türkiye'deki entelektüel seviyeyi büsbütün düşürmesi olmuştur.
- Son yıllarda tamamen siyasi bir hüviyet alarak canlanan Marksist hareket Türk düşüncesinde bir irtica hareketine yol açmış, birçok gençler ve bazı üniversite mensupları sosyal ilim denince bütün işin Marksist izah şemasını iyice ezberlemek ve her problemi bu şemaya uydurmak ustalığından ibaret olduğunu sanmışlardır. Şüphesiz burada bütün hatayı gençlere ve onların bazı hocalarına değil, sosyal ilimlerin bahtsızlığına da yüklemek gerekir. Meslekten olmayan kimseler bir fizikçinin veya kimyacının işine hiç karışmadıkları halde hemen herkes kendine göre bir sosyologdur, çünkü sosyal ilimlerin incelediği hadiseler hepimizin her gün karşılaştığı şeylerdir, bu konularda belli bir tavır almazsak hayata intibak etmek güçleşir. Herkesten sosyolog olması da beklenemeyeceğine göre, sosyal meselelerin izahı konusunda bâtıl itikat ve hurafelerin büyük bir rol oynamasını kısmen tabiî karşılamalıyız. Mesela veterinerlik doçenti olan bir zatın "damlaya damlaya göl olur" atasözünü diyalektik materyalizmdeki "kantitatif birikimlerin kalitatif değişmelere yol açması" prensibini ifade eden bir halk sezgisi diye gösterişi ve bunu büyük bir günlük gazetede yazışı o zat için suç sayılmaz ama bu yazının neşredilmesi ve kimsenin ses çıkarmayışı Türkiye'de entelektüel zafiyetin normal karşılandığını, yahut bir sosyal ilim efkâr-ı umûmîyesinin doğmasını gösterir.
- Bilindiği gibi, modern ilmi düşüncenin başladığı yıllara kadar bütün batı düşüncesi ve kısmen İslam dünyasındaki ilim ve felsefe Aristo'ya dayanıyordu; bir meseleyi Aristo ne şekilde anlatmışsa doğrusu o sayılır, Aristo'nun bahsetmediği meselelerin gerçekte de yok olduğuna inanılırdı. Bir atın kaç dişi olduğu sorulunca Aristo'nun kitapları karıştırılır, hiç kimse bahçedeki atın dişlerine bakmayı düşünmezdi. Atatürk'ün "hayatta hakiki mürşid ilimdir" sözüne bakılınca, dil tasviyecilerini Atatürkçü değil de Aristocu saymak doğru olur.
- Dili tasfiye edenler henüz rejimi de sımsıkı ellerinde tuttukları bir zamanda uydurmacılık yerine mesela mevcut Batı dillerinden birini resmi dil olarak kabul etseler, bütün yeni nesilleri o dille yetiştirmeye çalışsalardı, belki bu kadar vahim bir kültür buhranı içinde olmazdık.
- Üniversite hocalarının her gün şahit oldukları gibi, bugün Türkçeyi en iyi bilenler kolejlerde okumuş olan öğrencilerdir. Öyle ki, bunlar arasında evinde başka bir dil konuşulan azınlık vatandaşlarımızın çocukları da devlet liselerinden gelen çocuklardan daha iyi Türkçe konuşmakta ve yazmaktadırlar. Bu farkın bütün sebebi birinin öbüründen daha ihtimamlı bir eğitim görmesinden ibaret değildir. Yabancı okullarda okuyanlar bir medeniyet dili öğrenerek sağlam bir dil şuuruna varmaktadırlar; onlar bir dilin neleri nasıl ifade etmesi gerektiğini biliyorlar, Türkçeyi kullanırken de yabancı dilde gördükleri ölçülere uymaya çalışıyorlar. Bizim eğitim hayatımıza hakim olan uydurma dilin öğrencilerimize verdiği şuur ise şudur: her türlü ilim ve kültür beş-altı yüz kelimelik bir lügatçe içinde anlaşılabilir, eğer anlaşılmıyorsa bunun sebebi yabancı kelimeler kullanılmasıdır.
- Cemiyetin kıymet sisteminde tahsil ve öğretmenlik çok yüksek bir yer işgal ederken, fiilen yaşanan hayatta bunların hiçbir değer ifade etmeyişi elbette birtakım istenmeyen neticeler doğuracaktı. Kaldı ki, kendi haline isyan edecek kadar tahsil görmüş olan, fakat bu hali layıkıyla yorumlayacak derecede bilgisi bulunmayan insanlar sadece yıkıcı tepkiler gösterebilirdi. İşte Türkiye'yi baştanbaşa kaplamış olan anarşi ve terör atmosferine öğretmen zümresinden hayli insanın çeşitli derecelerde karışmış olmalarının başlıca sebebi budur.