- Her şeyin bir dili olduğuna inanırdı Cemile. Gökleri gümbürdeten fırtınanın, sabah çiyinin, şeker kavanozunda dolanan böceklerin... Bazen onların ne dediklerini anladığını sanırdı. Ya da aklını yitiriyordu.
- Hani zararlı olduğunu bile bile atıştırmaktan vazgeçilemeyen çerezler gibiydi onun için geçmiş. Elinde olmadan, belki farkında bile olmadan başlayıverirdi gene eskilerden bahsetmeye.
- Gelecek onun için bir vaatler ülkesiydi. Henüz görmemiş olmakla birlikte parlak ve güzel olduğuna emindi. Bir sonsuz potansiyeller diyarıydı yarın.
- "Bir oğlan çocuğundan erkek çıkaracak iki şey vardır bu dünyada. Unutma! Birincisi bir kadının aşkıdır. İkincisi de başka bir adamın nefreti."
- Piknik yaptıkları yerin yakınlarında mezarlık olması canlarını sıksa da yapacak bir şey yokmuş. Ezelden beridir şehr-i İstanbul'un manzarası en güzel ve en yeşil yerlerinde ölüler ikamet edermiş.
- Güneş batmaya yüz tutarken, martılar çığlıklar atarmış tepelerinde. Zaman yavaşlar, keskin bir anason kokusu havada asılı kalırmış. Baba içkisine su koyar; saydam sıvının, kafasındaki düşünceler gibi bulanarak gri bir renk alışını izlermiş. Bir süre sonra zar zor ayağa kalkar, vakur bakışlar ve küstah bir edayla az ötedeki mezarlığa kadeh kaldırırmış. "Ulan mevtalar, sizdeki şans kimde var be" dermiş Baba sendeleyerek. "Ödenecek kira yok, alınacak benzin yok, doyuracak boğaz yok. Dırdır eden karı yok. Fırça atan patron yok. Ah bir bilseniz ne kadar talihli olduğunuzu. Mezarlar dinler, alçaktan esen yel kuru yaprakları sağa sola savururmuş.
- İçeride her şey beyazmış. Çeşmede çamaşır yıkarken su üstünde oluşan köpükler gibi ak değilmiş. Bir kış gecesi yağan kar ya da otlu peynir yapmak için yabani sarmısakla karıştırdıkları lor gibi de değilmiş. Daha önce hiç görmediği türden bir beyazmış - mutlak ve yapay.
- Öyle soğuk bir renkmiş ki, bırakılmış Pembe. Sandalyeler, duvarlar, muayene masası, hatta çanaklar bile bu renkteymiş. Beyazın bu kadar dayatmacı, bu kadar ırak, bu kadar karanlık olabileceğini bilmezmiş Pembe o güne dek.
- Doktor reçeteyi yazarken hemşire çocuğun karnına iğne yapmış. Feryadı basmış Pembe. Koridora çıktıklarında hala bağıra bağıra ağlıyormuş, etraftaki yabancıların ilgisi kahrını katlamaktan başka işe yaramamış. İşte o zaman Berzo eğer sakin olursa onu sinemaya götüreceğini söyleyivermiş kulağına. Pembe'nin sesi anında kesilmiş, gözleri beklentiyle parıldamış. "Sinema" kelimesi parlak kağıda sarılı şekerler gibiymiş: İçinde ne olduğunu bilmemekle birlikte tatlı bir şey olduğundan eminmiş.
- Maceraları nutuklara tercih eden salon sahibi, tütün, çay ve başka mallarla birlikte filmler getirmeleri için kaçakçılara para öder, değişik ayarlarda binbir çeşit yeni eser gösterirmiş salonunda. Urfalılar bu sayede John Wayne'li kovboy filmlerini, Alamo Kalesi'ndeki Adam'ı, Jül Sezar'ı, Altına Hücum'u ve ufak tefek, bıyıklı, komik adamı seyredebilmişler. O gün oynamakta olan siyah-beyaz Türk filmini başından sonuna kadar ağzına açık seyretmiş Pembe. Kadın kahraman narin, fakir bir kızmış; zengin ve şımarık bir oğlana abayı yakmış. Oğlan onu küçümsese de zamanla değişmiş. Aşkın büyüsüymüş bu. Başta oğlanın anne-babası olmak üzere herkes genç aşıkları hor görüp ayırmak için kumpaslar kurarken onlar bir nehir kıyısında, söğüt ağacının altında gizlice buluşurlarmış. Onlar el ele tutuşup şarkı söyler, ağaçlara isimlerini yazarlarmış. Sinemaya hayran kalmış Pembe- oymalı girişe, dökümlü perdelere, katlanan koltuklara, çevresini saran kesif karanlığa. Bu harikulade dünyayı Cemile'ye anlatmak için sabırsızlanıyormuş. Dönüşte otobüste filmin şarkısını tekrar tekrar söyleyip durmuş. İsmin dudağımda hece Aşkın bana bilmece Başkasına bakarsan Gündüzüm olur gece