- Bir insan ömür boyu bilimle uğraşmaz da daha şey ne iş yapabilir? İşte bunu anlayamıyorum. (s:194)
- Bilgili insan çok şey bilen değil. Beyi bilmediğini ve nasıl öğrenebileceğini bilen insandır. (Zümrütname, sf:176)
- #BugünÖğrendimKi Dinozor kelimesi 1842'de Yunanca "deinos" (korkunç) ve "sauros" (kertenkele) kelimelerinden türetilmiş.(Zümrütname, sf:156)
- Celal Şengör #Zümrütname kitabında zamanın ruhu olmadığını o dönemde yaşayan adamlar olduğunu söylüyor. Devamını twitter anısı olarak kaydettim: https://twitter.com/i/mom...169726596784133
- - Daha on sekizinci yüzyılda yapılan coğrafî keşif gezileri sayesinde, bazı toplumların fikirsel ve hissî gelişmelerinin diğerleri kadar olmadığı açıklık kazanmıştı. Meselâ Kaptan James Cook (1728- 1779), Büyük Okyanus adalarının birindeyken gemisine misafir gelen bir yerli kralının, un çuvalı taşıyan tayfaların elinden çuvalın kazayla düşerek patlaması sonucunda elbisesinin kirlendiğini görmesiyle hıçkırarak ağlamaya başlaması, elbisesi temizlenince de sanki hiçbir şey olmamış gibi diplomatik ziyaretine devam etmesi karşısında hayrete düşmüş, bu insanların gelişim düzeylerinin bir çocuğunki kadar olduğunu düşünmüştü. 1982 yılında yayımlanan kitabında Profesör Edgerton?un bütün dünyadan derlediği örneklerle vardığı sonuç, Cook?unkinin aynıdır. Bazı toplumlar gelişme basamaklarında geridir; bazıları ise ileri. ?Bunu kabul etmemek, geri toplumları gerida kalmaya mahkûm etmek demektir,? diyor Edgerton. Atatürk de kendi toplumunun geri, hattâ hasta olduğu kanaatindeydi. Ahmet Hâşim?in pek çok yazımda atıf yaptığım 1919 tarihli bir mektubunu okuyanlar, Atatürk?e hak vermeden edemezler. Bu mektubu bu önsöz içinde, mümkün olduğu kadar çok kişinin okumuş olması için, tekrar yayınlıyorum. Unutmayın, bu mektup yazıldığı zaman ortada ne Atatürk?ün fikirleri, ne de icraatı vardı henüz: ?Ankara?da Almanya İmparatoru?nun Anadolu hastalıklarını incelemek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli üyeleriyle görüştüm ... Anlamışlar ki, Anadolu Türkleri?nin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi yakın bir yok olma ile tehdit eden bu halin sebebi nedir bilir misin? Beslenme eksikliği. Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı! ... İstisnasız nakil vasıtaları olan kağnı hiç şüphe yok ki taş devri keşiflerinden ve âletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat hayvana yapışıp ... onun kanını ve canını emen bir canavardır! ... Evlerine gelince, onlar da öyle: Duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi gelişigüzel dizilmesinden hasıl olmuştur. Anadolu külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celâl?in dediği gibi, en nefis icatları olan yoğurt bile pislik mahsûlünden başka birşey değildir. ...Anadolu hemen baştan başa frengilidir. Anadoluluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, topluca o kadar topal ve topalların o kadar muhtelif çeşidi görülür ki insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum sanır? 5 Bu mektupta yazılanlar Bağdat doğumlu bir şairimizin kaleminden çıkmıştır. Hâşim, Galatasaray?da okumuş, İzmir?de öğretmenlik yapmış, Düyûn-u Umumiye?de çalışarak devletinin mâlî sefaletini yakından tanımış, Birinci Dünya Savaşı?ndaki askerliği esnasında ise Anadolu?yu gezmiştir. Daha sonra Osmanlı Bankası?nda çalışan şâir, tedavi için Frankfurt?a gittiğinde Avrupa?yı da yakından tanımış, bu konuda ölümünden bir yıl önce bir de Frankfurt Seyahatnamesi başlıklı bir kitap yazmıştır. Yani, Hâşim?in gözlemleri bilgili ve akıllı bir adamın gözlemleridir. Bu gözlemlerin ortaya serdiği ise taş devrinde kalmış, daha doğrusu, o düzeye itilmiş bir toplumdur. Gerçi böyle gözlemleri yapan tek Osmanlı Hâşim değildi. Osmanlı?nın son ikiyüz yılı içinde buna benzer gözlemler ve fikirler pek çokları tarafından, hattâ bizzat III. Mustafa, III. Selim ve II. Mahmud gibi padişahlarca bile dile getirilmiştir. Bunu inkâr eden tarih cahilidir veya kötü niyetlidir. Bugün Atatürk?ün yaptıklarından ziyade yöntemlerine tevcih edilen eleştirilerin büyük çoğunluğu, Atatürk?ün içinde faaliyet gösterdiği zamanın şartları dikkate alınmadan yapılmış boş eleştirilerdir; çoğu, Uğur Mumcu merhumun ifadesiyle, bilgisi olmadan fikir üretmeye kalkanların söyledikleridir. Bu eleştiriler genellikle belirli fikirleri hiçbir eleştiriye tâbi tutmadan kabul eden yobazlar tarafından yapılmaktadır. Bunların temsilcileri, politik yelpazenin en sağından en soluna kadar saçıldıkları gibi, sosyal disiplinler içinde bilim yaptıklarını sananlar arasından da çıkmaktadırlar.
- - Peki, ahlakın temeli din olabilir mi? O da mümkün değil, çünkü din başka bir adamın lafıdır. Birileri çıkmış, o dinin otoritesini sağlamak için bir şeyler söylemiş. ?Bana bunu birileri söyledi, bizi yaratan söyledi? demiş. Peki, bu birileri bunları bana niye söylemiyor? Bu yaratan bu kadar güçlüyse niçin bir elçi kullanıyor? Hepimize tek tek söylesin rahat edelim. Dolayısıyla dinin ahlakın temeli olması söz konusu değildir. Gazali, ?Nedenselliği temellendiremiyoruz, o zaman vahiye inanalım? derken ve nedenselliği temellendiremezken, vahiy dediği şeyin de nihayetinde bir adamın lafı olduğunu düşünmüyor; peki bu lafa nasıl inanıyor? Kendi gözüyle gördüğünü temellendiremiyor ve bir başka adamın lafına sığınıyor. Olacak iş değil bu. Ben tanrının elçisiyim, ruhlarla konuşuyorum, gökyüzünden mesaj alıyorum, tanrının oğluyum vs. Bunları bugün söyleyen biriyle karşılaşıldığında ilk yapılacak iş bir psikiyatrı aramak olur. Zaten aklı başında insanlar bu tür iddialarda bulunanlara artık akıllı bir insan muamelesi yapmıyorlar. İlk Çağın büyük medeniyetinin temsilcisi Roma?da da bu böyleydi. Mesela Judea?nın Roma genel valisi Pontius Pilatus da, İsa?ya öyle muamele etmiş, kendisiyle akıl çerçevesi içinde bir anlaşmaya varmanın mümkün olmadığını görerek eyaletteki asayişin zarar görmemesi adına onu Yahudi cellatlarına teslim etmiştir. Bence güzel bir noktaya geldik. Peki, Yunan?da neden peygamber çıkmıyor? Her ne kadar birkaç peygamberlik heveslisi olmuşsa da orada da, Yunanlı, ?Bak kardeşim bu dediğin zırvalık vs.? diyerek bu iddiaları reddetmiş. Yunanlının bu peygamberlere zırva diyebilmesinin sebebi, Yunanlının ilk bireysel eleştiriyi icat etmesiyle ilgilidir. Bireysel eleştiriyi icat eden, daha doğrusu bunu sistemli bir hale getiren bu insanların kim olduğunu biliyoruz: Thales ve Anaksimander. Bunların şöyle bir iddiaları var: ?Fırtına çıktığı zaman Zeus yaptı diyoruz, deprem olduğu zaman Poseidon yaptı diyoruz, bunlara mani olmak için Zeus?a büyük boğalar, Poseidon?a atlar kurban ediyoruz ama bu felaketler durmuyor. O halde bu işte bir keyfilik var. Sağlık tanrısı Asklepios bazı hastaları iyi ediyor, bazılarını etmiyor. Sokrates ölüme giderken; ?Ben bu hayat denen hastalıktan kurtulduğum için Asklepios?a bir horoz kesiverin? diyor. O halde, ?Horoz kesen ile kesmeyen arasında bir fark olmadığına göre, ortada keyfi bir durum var.? Thales, Mısır seyahatinde müthiş bir keşifte bulunarak, Nil Nehri?nin baskınlarına mani olabilmek için kadastro ustalarının benzer üçgenler gibi belirli kurallar dahilinde hesap yaptıklarını görmüş. Kadastro ustalarına bildiklerini nasıl öğrendiklerini sormuş, ?Ustalarımızdan? cevabını almış. ?Peki bunun bir kitabı yok mu?? diye sormuş, ?Yok? demişler. Thales burada şunu fark ediyor: ?Bu ilişkiler her yerde doğru, nerede benzer üçgen varsa aralarındaki ilişkiler aynı. Kesin bir doğruluk var ve tanrıya sormadan bunları kendi başımıza öğrenebiliriz. Demek ki, tanrılara kurban vermeden, tanrılara yakarmadan gerçeğe ulaşabiliyorum.? Çok büyük bir keşif bu. Teoremleri ispat etmeye başlamış ardından. Sonra arkadaşı Anksimander?le birlikte, ?Öteki soruları da böyle cevaplandırabilir miyiz?? sorusunun peşine düşmüşler. Fırtına niye oluyor, deprem niye oluyor, insanlar niye ölüyor? Sonra fark ediyorlar ki, bu soruların cevapları geometrik soruların cevabına benzemiyor, çok karmaşık bir sistemin gözlemine dayanıyor. Fakat sonsuza kadar gözlem yapmaları mümkün değil, dolayısıyla ?Gözlem yapalım ardından da bu gözlemlerle tutarlı bir hipotez, varsayım ortaya atalım? demişler. Tesadüfen doğruyu bulabiliriz, bulamasak dahi varsayım, gözlemlerimizi yönlendirir, başka yerlere gideriz. Dolayısıyla ilk defa eleştirel bir güçle bilgi edinmeye başlamışız. Daha önce sorduğumuz gibi, ahlak buna dayanır mı, dayanmaz mı? Toplumu bilimsel olarak incelediğimiz zaman en önemli ve altın kuralın şu olduğunu görüyoruz: ?Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma.? Bu kural üzerine bir ahlak inşa edilmeye çalışılmışsa da bunun yetmediği görülmüş. Çünkü insan kendisine yapılmasını istemediği şeyi başkasına yapmamayı düşünüyorsa da yapmayı da çok istiyor. Bu yüzden ilave kurallar icat etmeye başlanılmış. Mesela, ?O benim babamı öldürdüyse ben de gidip onun babasını öldüreyim? gibi. Bir adam birini öldürdü, o birinin ailesinden biri onun çocuğunu öldürdü, böyle devam eden bir kan davası ortaya çıkıyor. Mesela Tevrat buna izin veriyor: ?Göze göz, dişe diş.? Bu, her ne kadar yanlış bir anlayış olsa da o dönem insanlarını tatmin ediyor. İnsan kötü bir işi ahlakın içine çekmeye çalışıyor ve bunu yaparken de arkasına Tanrı dediği hayali varlığın otoritesini alıyor. Ama sonra bunun da iyi bir yere gitmediği görülüyor ve değişik şekillerde sınırlamaya çalışıyorlar. ?Babamı öldüren bu alçağı ben öldürmeyeyim, ama bir hakim öldürsün, hadiseler bizden bağımsız gelişsin,? ve böylece idam cezası icat ediliyor. Sonra bakıyorlar ki idam cezası da bir işe yaramıyor. Bu şekilde hukuk dediğimiz kurallar gelişmeye başlıyor. Hukukun ilk otoritesini hep dinler sağlamıştır. Fakat bunlar bilimsel temelleri olmadığı için insanları yanlış yere götürüyorlar. Mesela bir engizisyon mahkemesini düşündüğünüzde, suçlu olduğunu varsaydıkları bir kişiden işkenceyle itiraf alıyorlar, sonra da bunu yapan bir papaz olduğu için Allah söyletti diyorlar. Tabii böyle bir zırvalığın, böyle bir zulmün toplumda uzun süre kabul görmesi mümkün değildir ve olmamıştır da.
- - 18. Yüzyıl?da, 1744 senesinde, bugün hâlâ taksonominin temeli olan çift isimli sınıflamanın kurucusu Carl von Linne şöyle bir tez atıyor ortaya: Nuh Tufanı sırasındaki gemi bir metafordu. Söz konusu olan bir gemi değil, bir dağdı ve adı da Cennet Dağı?ydı. Bütün hayvanlar ve insanlar bu dağda yaratıldılar. Bu dağ en soğuk iklimden, en sıcak iklime kadar, üzerinde her şeyi bulunduruyordu, herkes de burada yaşıyordu. Tufan olduğu zaman bu dağın önemli bir kısmı su altında kaldı ama hepsi değil. Dolayısıyla buradaki hayvanlar ve bitkiler yukarıya toplandılar, kurtuldular. Sular çekildikten sonra bunlar dünyaya dağıldılar. Bu, tarihteki ilk biyolojik dağılım teorisidir. Linne?nin hemen ardından de Guignes meşhur eserini 1857?de yayınlar ve burada şu tezi ortaya atar: Yunanlıların bahsettiği bir dağ sistemi vardır. Anadolu?da başlar, Himalayalar?a kadar uzanır, adı da ?Taurus?dur. 34. paralel üzerinde uzayan bir dağ sistemidir. Nuh Tufanı?nın ardından bu dağ sistemindeki insanlar ve diğer canlılar hayatta kalmayı başardılar ve iki gruba ayrıldılar. Bir kısmı güneye gitti; bunlar Hint, Çin, Hami ve Sami ırklarını oluşturdular. Bir kısmı da kuzeye gittiler; Türkler, Moğollar ve diğerleri. Bunlar buradan dağılmak suretiyle medeniyeti yaymışlardır. Çünkü göç edenler bir tek onlardır. Ötekiler gittikleri yerde kalmışlardır. Hintli, Hindistan?da kalmış; Çinli, Çin?de kalmış; Arap, Arabistan?da kalmış; Hami, Afrika?da kalmış. Ötekiler dağılmışlar. Bu iddia Atatürk?ün hoşuna gidiyor. Sonra Atatürk?ün okuduğu kitaplar arasında Sven Hedin?in kitapları da var. Hedin, bir Orta Asya kâşifi. Orta Asya?da bulduğu şeylerden biri de bugün kurumuş olan büyük göller. Sonra Atatürk, bütün bu okudukları üzerine bir teori kuruyor. Tarih çağlarının başında Orta Asya?da bir iç deniz var ve iklimin kötüleşmesiyle bu deniz kurudu, insanlar buradan göç etmek zorunda kaldı. İşte dünyaya medeniyeti dağıtan insanlar burada giden insanlardır, bunlar da Türklerdir. Bunun üzerine Atatürk?ün emriyle Türk Tarihinin Ana Hatları adlı bir kitap yazılıyor ve kitaptan sadece yüz adet basılıyor. Bir de atlas yaptırıyor Atatürk, bundan da ne hikmetse yüz elli adet bastırıyor. Bir de bu kitabın ilk bölümüyle meşhur Türkiyatçı Cahun?un yazmış olduğu bir makale var, onu da Türkçeye tercüme ettiriyor, bu ilk bölümün arkasına koyduruyor, küçük bir kitap yaptırıyor, bundan da otuz bin adet bastırıyor. Bu, halk için. Fakat o yüz tanelik kalın, koca kitabı uzmanlara dağıttırıyor. Uzmanlardan şunu istiyor; okuyun ve tenkit edin. Sonra güya bir seri etüt geliyor. Bu serinin adı da Umumi Türk Tarihi Müsveddeleri?dir. Atatürk bunları okuyor, maşallah hepsi, ?Paşam ne iyi düşünmüşsünüz?, ?Ne kadar doğru demişsiniz? vs. Atatürk ?Olmadı. Tenkit istiyorum. Medhiye istemiyorum? diyor. İkinci bir dağıtım yapılıyor, tekrar görev veriliyor. Bu sefer Umumi Türk Tarihi Müsveddeleri Seri 2 toplu başlığı altında daha kalabalık bir seri geliyor. Atatürk okuyor, yine ?Olmadı? diyor. Çok daha dar bir gruba üçüncü defa dağıtıyor ve nihayetinde tatmin olmuyor. Geoffrey Lewis?in bir lafı var: ?Atatürk sıkı bir tartışmaya bayılıyordu ama bunu yapacak insan yoktu etrafında.? Atatürk kendine kafa tutulmasını isteyen bir insandı, bunu anlıyoruz. Bu, aynı zamanda dehanın da bir işaretidir; her türlü fikirden istifade etmek. Birkaç çok yakın arkadaşı dışında etrafında bunu yapacak insan yok ve Atatürk bunun çok açık bir şekilde farkında. Ardından Türk Tarih Kurumu kuruluyor ve Atatürk bu kuruma bir görev veriyor: ?Tarihin görevi, hadiseleri olduğu gibi aksettirmektir. Eğer tarihçi doğruyu söylemezse hadiseler insanı şaşırtacak bir mahiyet alır.? Özetle, doğru dürüst bilim yapın diyor. Tarih ne diyorsa onu öğrenelim diyor. Kendi tarih tezi unutulup gidiyor mu? Atatürk unutulmasını istediği halde hayır! Dalkavuklar Atatürk öldükten sonra devam ediyorlar. Sonraları, hattâ maalesef başbakan bile olmuş bir profesör vardır, Şemsettin Günaltay; ?Türk Tarih Tezi Hakkındaki İntikatların Mahiyeti ve Tezin Kat?i Zaferi? diye bir makale bile yazıyor Atatürk?ün öldüğü sene. Öyle bir zafer falan yok ortada, Atatürk dahi iddia etmiyor bunu. Ama bu dalkavuk sürüsü bu iddiayı bilimsellikten çıkartıyorlar, propaganda haline getiriyorlar. Buna Kemalizm demek mümkün değil, zira Kemalizm; tenkittir, doğruyu aramaktır, bilimsel düşüncedir. Bunlarınkine dalkavukluk denir. Kemalizm?in adı böyle dalkavuklar yüzünden kötüye çıkmıştır.
- - Daha önce de değindiğimiz gibi, Atatürk?ün devrimlerinin benzerlerini daha önce yapanlar da var; mesela Rusya?da Büyük Pedro var. Pedro şunu söylüyor: ?Avrupalılar bize barbar diyor, yabani diyor. Biz medeni olacağız, ilk adım olarak da onlar gibi giyineceğiz. Sonra bu sakalları keseceğiz. Bir Rus Boyarına, asilzadesine sakalını kes demek, kafanı kes demek gibi bir şey. Pedro, öyle ya da böyle sakalları kestiriyor. Kestirmekle de kalmıyor, ?Sen? diyor, ?O babandan gördüğün deri kıyafetleri, kürk kaftanları giymeyeceksin. Avrupalı ne giyiyorsa sen de onu giyeceksin. Kafandaki börkü de çıkart, bu üç kenarlı şapkaları tak, bundan sonra bunları giyeceksin? diyor. Bunu dayatıyor Pedro. Hukuk konusuna tekrar döneceğiz ama onun evvelinde kıyafet konusuna bir miktar daha devam edelim. Osmanlı?da halk birbirine baktığı zaman kaleidoskop görmüş gibi oluyordu. Herkesin kıyafeti başka. Rum?un kıyafeti başka, Ermeni?nin kıyafeti başka, Türk?ünki başka vs. Sultan Mahmut sarığı kaldırmış, fes giymeyi zorunlu kılmış ama sarık bir süre sonra halk arasında tekrar hayat bulmuş. Çünkü sarık takıldığı zaman dindar oluyorum zannediliyor. Farkında değil ki sarık çölün şapkasıdır, çölde de çok faydalıdır. Neden? Çünkü adam sarığını açar, kum fırtınasında yüzünü korur. Sarık çok katlı bir bez olduğu için de başını sıcaktan korur. Bir sürü fonksiyonu var. Soğuktan da korur. Sabahleyin elli derecenin üstüne çıkıyor sıcaklık, akşam on dereceye düşüyor çölde. Büyük Sahra?da, Kufra vahasının güneydoğusunda, Çad/Mısır/Libya sınırlarının bitiştiği yerlerin yakınlarında jeolog olarak çalışırken sarık çölde neden gereklidir ve neden Türkiye?de gereksizdir diye ilk defa anlamıştım. Burada sarıkla dolaşmak, ama orada da sarıksız dolaşmak enayiliktir. Sultan Mahmut bunu fark etmiş ve şöyle talimat vermiş: ?Madem medenileşiyoruz, Avrupa?ya benzeyeceğiz, şalvar giymek, çarık giymek, sarık takmak, kaftan giymek artık yasak. Pantolon giyeceksin, ceket giyeceksin (İstanbulin denen yakasız türü), adam gibi ayakkabı giyeceksin, kafana da fes takacaksın.? Aslında bir Balkan serpuşu olan fesin önemi, siperliğinin olmamasından kaynaklanıyor. Başı açmadan secde edilebilir. Dolayısıyla Müslüman?a uyan bir şapka diye düşünülmüş. Fakat burada da şöyle bir sıkıntı var; Türkiye?de fes imal edilemiyor. Çok ilginçtir ki, bir kumaşı boyayıp, doğru dürüst bir fes yapılamıyor. Fesler Viyana?dan geliyormuş. İstanbul?da fes yapmaya çalışan birkaç küçük imalathane varmış, ama yağmur yağdığı zaman feslerin boyaları akar, takanların yüzü kırmızı boya içinde kalırmış. Bundan da kimin kaliteli (yani ithal) kimin de kalitesiz (yani yerli) fes taktığı hemen belli olurmuş. Sultan Mahmut bir de şunu yapmış; halka örnek olabilmek için fesli ve ceketli resmini devlet dairelerine astırmış. Halk o dönem halifesine, padişahına ?Gâvur? lakabını takmış. Atatürk aynı işi daha da ileriye götürüyor, şapka giyilmesini zorunlu kılıyor, fesi kaldırıyor. Büyük Pedro da aynı işi yaptırmış, börkü kaldırıp şapkayı koymuş. Atatürk, Avrupa medeniyetinin şekli öğelerini almakla itham edilir sıkça. Evet bunlar Batı medeniyetinin şekli öğeleri ama bunun bir manevi, psikolojik etkisi olduğu nasıl ihmal edilebilir? Aynada kendine baktığın vakit kendini bir Avrupalı gibi görüyorsun. Atatürk zamanının Türkiye?sine bakalım. Hanımlar şapkalı, beylerde enfes güzel kıyafetler, saçlar briyantinli. Burası bir Avrupa ülkesi diyorsun. Sonra, etnik unsurlar arasındaki görünüm farkı ortadan kaldırılıyor. Yunanlı, Yunanlı gibi giyinmiyor, Ermeni, Ermeni gibi giyinmiyor, Kürt, Kürt gibi giyinmiyor vs. Herkes bütün medeni dünya nasıl giyiniyorsa öyle giyiniyor. Yani kıyafet hususunda bir yeknesaklığa gidiliyor. Bu kültürel farkların silinmesi, asimile edilmesi demek değil. Kültürel farklar var ve herkes kendi kültürünü yaşamakta ve yaşatmakta serbest, ama kamusal alanda, gündelik hayatta birlik esastır. Bu (farklılıkları) kaldırıyor, dolayısıyla Kıyafet Devrimi geliyor. Kadına hayvan muamelesi yapılmasını mümkün kılan en önemli vasıtalardan birisi, kadının giyim kuşamıydı. Osmanlı,son dönem İstanbullular hariç, kadının yüzünü açtırmıyor, saklıyor. İyi de kadın senin hayvanın mı? Atatürk?ün Kastamonu konuşmasından bir bölümü hatırlatmakta fayda görüyorum: ?Efendiler, Türkiye Cumhuriyeti?ni kuran Türk halkı medenidir. Tarihte medenidir, gerçekte medenidir. Fakat ben sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi size diyorum ki, Türkiye Cumhuriyeti halkı fikriyle, zihniyetiyle medeni olduğunu ispat etmek ve göstermek zorundadır; medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla, medeni olduğunu göstermek zorundadır. Kısacası medeniyim diyen Türkiye?nin gerçekten medeni olan halkı baştan aşağı dış vaziyetiyle de medeni ve olgun insanlar olduklarını fiilen göstermek zorundadırlar. Bu son sözlerimi açıkça ifade etmeliyim ki, bütün memleket ve dünya ne demek istediğimi kolayca anlasın. Bu açıklamalarımı, bir sualle yöneltmek istiyorum, soruyorum: ?Bizim kıyafetimiz milli midir? ?Bizim kıyafetimiz medeni ve milletlerarası mıdır? ?Size katılıyorum. Tabirimi mazur görünüz, altı kaval üstü şişhane diye ifade olunabilecek bir kıyafet ne millidir ve ne milletlerarasıdır.? ?O halde kıyafetsiz bir millet hiç olur mu? Arkadaşlar, böyle nitelendirilmeye razı mısınız? Çok kıymetli bir cevheri çamurla sıvayarak aleme göstermekte mana var mıdır? Ve ?Bu çamurun içinde cevher gizlidir, fakat anlayamıyorsunuz? demek isabetli midir? Cevheri gösterebilmek için çamuru temizlemek gerekli ve doğaldır. Bu kadar açık gerçek karşısında tereddüt caiz midir? Bizi tereddüde sevk edenler varsa, onların ahmaklığına hükmetmekte hâlâ tereddüt mü edeceğiz? Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp canlandırmaya gerek yoktur. Medeni milletlerarası kıyafet, milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya potin, üstünde pantolon, yelek, gömlek, kravat, ceket ve doğal olarak bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta ?siperi şemsli serpuş?, bunu açık söylemek isterim, bu başlığın ismine ?şapka? denir. Şapkaya itiraz edenler vardır. Yunan başlığı olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz? Ve yine onlara ve bütün millete hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve hahamlarının özel kılığı olan cüppeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler?? Atatürk toplumdaki cinsler, etnik unsurlar, dini unsurlar arasındaki farkları mümkün olduğu kadar törpülemeye çalışıyor ki, herkes bir potada birbiriyle konuşan insanlar haline gelebilsin. Aksi takdirde ülkü birliği ve millet olmak mümkün değil. Millet olmadığın zaman kendini dışarıya karşı koruman mümkün değil.
- - Osmanlı için söylüyorum, sen bu insanlara kültür verememişsin, dilini verememişsin, âdetini verememişsin, teşkilatını verememişsin, hiçbir şey verememişsin. Adam seni istemiyor. Şimdi bugün, sıkça Araplarla ilgili şunu işitiyoruz: ?Bizi istemeyen Suud Ailesi?dir...? Hayır, böyle bir şey yok. Ben Suudi Arabistan?da da bulundum, petrol şirketlerine danışmanlık yaptım, Libya?da arazide çalıştım. Halk da katiyen sevmiyor Osmanlı?yı. Türk dediğiniz vakit, ?Siz bize neler çektirdiniz? diyor. Hiç unutmuyorum bir gün Londra?da sevgili dostum Graham Evans?ın evinde kalıyorum. Graham Evans, hanımıyla bir davete gidecek, beni de, evde yalnız bırakmamak için, davet sahibinden izin alarak davet etti. Evine gittiğimiz kişi Billy isminde, hiç evlenmemiş, yaşlı bir adam. Belli ki entelektüel bir adam, zengin bir adam. Gittiğimizde gördüm ki, bizim dışımızda davetliler de var. Bunlardan birisi İskoçyalı bir bankacı, New York?ta yaşıyor, yanında da hanımı Fatma, Suriyeli. Masanın etrafında oturduk, Graham beni takdim etti. Fatma, benim Türk olduğumu duyar duymaz, ?Siz Türkler bize onu ettiniz, siz Türkler bize bunu ettiniz, sizin yüzünüzden biz bu halde kaldık vs? diye başladı verip veriştirmeye. Misafir olduğum bir yerde tatsızlık çıkarmanın manası yoktu, bir şey demedim. Sonunda ev sahibi dayanamadı, ?Bak Fatma? dedi ?Deminden beri Türklere sövüp duruyorsun. Şimdi unutma, senin yaşadığın yerdeki ilk tren yolunu onlar yaptı. Bugünlerde eski müstemleke imparatorluklarını kötülemek âdet oldu. Ben 23 yaşında Oxford?dan mezun oldum. İlk gittiğim yer Sudan?dı. Gittiğim dönemde Sudan, İngiliz İmparatorluğu?nun bir parçasıydı. Sudan?da trenler hareket ediyordu, çocuklar okula gidebiliyordu, millet yemek bulabiliyordu. Bugün bağımsız olmuş olan Sudan?a gidersen görürsün. Trenler bitmiş, okullar kalmamış, herkes birbirini yiyor. Türkler de bizim gibi böyle şeylere mani olmaya çalıştılar. Çok başarılı oldular diyemem, ama siz de onlara ihanet ettiniz? dedi. Bu konuşma üzerine kadıncağızın şikayetleri bitti. Şunun için anlatıyorum bütün bunları: Bir Suriyeli kadından bunları dinledim; Suudi Arabistan?da bizzat bulundum, orada halktan dinledim; Libya?daki köylüden dahi aynı şeyi dinledim. Hiç kimse birbirini aldatmasın, buradaki insanlar bizim Müslüman kardeşlerimizdir diye. Ne yapmış Türkler onlara? Fakir ve cahil bırakmışlar. Bu kadar. Bu yetiyor. Bingazi?ye gidiyorum, İtalyanca bilen var, Türkçe bilen yok. Cezayir?e bakalım, herkes Fransızca biliyor, Fransız mektebine gitmiş, gidiyor, öğreniyor, dünyaya entegre olabiliyor. Belki biraz iddialı bir tez olacak ama sömürge imparatorluklarının yüz sene gibi bir zaman erken çöktüğü kanaatindeyim. Yüz sene daha yaşasalardı dünyadaki bu sorunlar olmayacaktı. Bu felaketin da sorumlusu Amerika?dır. Bugün emin olunuz ki Hindistan dünyaya daha entegre bir toplum, hatta Pakistan dahi öyle. Nobel ödülü alan bir bilim adamı var Pakistan?ın. Hem de fizikte; barışta, edebiyatta değil. Fizikte Abdülsselam çıktı.
- - Ben şunu savunuyorum: Atatürk diktatördü. Buna hayır diyen tarih bilmiyor demektir. Ama hürriyeti öğretebilmek için bazen diktatörlük gereklidir. Sen bin sene hürriyeti hiç tecrübe etmemiş bir topluma hürriyeti bir tercih olarak takdim edemezsin. Hüsrana uğrarsın. Bugün dahi Türk toplumunun hür olmayı öğrendiğini zannetmiyorum. Siyasi tercihler bunu gösteriyor. Lider arıyor, çoban arıyor kendine insanımız. Halbuki Atatürk, bundan kurtulun diyor. ?Ben size hiçbir ayet, hiçbir doktrin bırakmıyorum, kafanızı kullanın. Probleminize göre çözüm getirin.?