- Sıkıntı kollarımı göğsümde kavuşturmuş. Soluk alırken, genişleyip duran kaburgalarım, zamanın boşuna ve nedensiz geçtiğini biliyor.
- Ve gördük ki mekan değildir zamandır önemli olan ve lakin o da değildir eylemdir önemli olan ve o dahi degildir kalp olmadıkça.
- ah iman deyip geçtiğimiz şey o kadar büyük ki, geri çekildiği zaman bıraktığı boşluğu doldurmak.
- "çay benden olsun manzara senden"
- İddia ediyorlar ki Arap harfleri zormuş, kimse öğrenemez okuyamazmış, latin harfleri okuyup yazmayı yaygınlaştırmış, insanların bilgi düzeyini yükseltmiş... Etrafıma bakıyorum. İddiaların hep aksini görüyorum. Okuma yazma bilenlerin sayısı şu elli yılda yüz kişide elli kişiye bile çıkarılamamış, üstelik okuyup yazanların hali pek acıklı. İçlerinde okuldaki mecburi kitapların dışında kendi iradesiyle kitap alıp okuyan parmakla sayılacak kadar az. Oysa benim dedem mesela basit bir marangozdu, iki zahire sandığı dolusu kitabı vardı, ağır ağır kitaplar, tefsirler, Gazaliler, Camiler, Mevlanalar... Ne mi oldu bunlar? Okuma yazma bilmeyenlere miras kaldı? Okuyabilenler de okumadı. Zira toprağa gömdüler. Devletin memurları baskın yapar, yakalar, vay bu harfleri mi okutur, okursunuz diye hapse atarlar diye toprağa sakladılar. Nasıl olmuşsa bilmiyorum, vurmuşlar bize, biz vurmamışız.
- Televizyon bir şamardır. Hem de kendi hanemizde kendi elimizle suratımıza inen büyük bir şamar. Bize neler yasak, şunlar bunlar. İşte bu yasakları, bu haramları televizyonun bizim hanemizin içine kadar getirir her çeşidini, barını, umumhanesini, meyhanesini ve biz oturur Müslümanlığımızla, karımız kızımızla onu seyrederiz. Ve sonra deriz ki, nasıl oluyor da mukaddesâtımız elden giderken, bize vururlarken ses etmez, vurana vurmayız. Düşünün bakalım televizyon karşısında muhallebi gibi gevşemiş bir Müslüman da değil cihad etmek, acaba kalkıp bir farzı ifa edecek kuvvet ve istek kalmış mıdır?
- Mükemmelliğin hududu yoktur. İnsan, hayvandan da aşağı seviyelerden başlayarak, insan-ı kâmil derecesine kadar, her duruma müstahaktır veya lâyıktır.
- Biz kendimizi hep doğru yoldan ayrılmamış kabul eder ve dünyanın bir imtihanhane olduğunu hep başkaları için düşünürüz.
- Yolda karşılaştığımız bir dostla ayaküstü falan kişiyi gıybet ediveririz de, iş nutuk çekmeye gelince, gıybet konusundaki hadis-i şerifleri sıralamakta arkamızdan kimse yetişemez. Dinleyen bizi hiç gıybet etmez sanır. Gözümüz namahremden hiç ayrılmaz ama anamıza, bacımıza, aman yabancıya teninizi göstermeyin, sonra çarşıda işlerimiz düzgün gitmez, evimizin bereketi azalır deriz, onlar da bizi başımızı yerden kaldırmaz sanırlar.
- Yaptığınız işe, içinde bulunduğunuz duruma kendinizi verin. Sadece mesleğinize değil fakat, mesela evinizde müzik dinlerken de böyle yapın. Söz gelimi yazı yazarken, bir yandan da müzik dolabınızda bir plak dönüp durmasın. Müzik dinlerken yalnız müzik dinleyin. Biriyle konuşurken, ne kadar ilgilenmediğiniz bir konu olursa olsun bütün benliğinizle dinleyin ve ilgilenin. Bunları birdenbire başaramazsınız. Kendinizi bu konuda eğitmeniz gerekli. Zamanla bir müziği, bir insanı, bir çocuğu kendinizi vererek dinlemeyi öğreneceksiniz. Seyretmeyi, her şeyi güzel görmeyi değil, fakat görmeyi, tatmayı ve bir sürü teferruattan ibaret olan hayatın her şeyinden zevk almayı, dolayısıyla mutlu olmayı öğreneceksiniz. Mutluluk, içinde bulunulan durumlar ne olursa olsun, isterse acı şeyler olsun, onları duymak, yaşamak demektir. Böylece zinde kaldığınızı göreceksiniz. Böylece zihniniz pörsümeyecektir.