- Hz. Ali 661 yılında Hâriciler tarafından şehit edilince, hükümet güçleri Hz. Hasan'a biat etmişti. Aynı günlerde Suriye'ye ilaveten Mısır ve Filistin'den de asker toplayan Muaviye öldürücü bir darbeye hazırlanmaktaydı. Irak ve Hicaz'dan gelen birliklerle Muaviye'yi karşılamaya çıkan Hz. Hasan'ı, babasına yapılandan daha büyük ihanetler bekliyordu. Kendi ordugâhında silahlı saldırıya uğramış, savaş günü saf değiştiren komutanlarının teker teker satın alındıklarını öğrenmişti. Üstelik aynı günlerde Bizans orduları da Müslüman topraklara girmişlerdi. İkilik sürdürerek daha fazla kardeşkanı dökülmesine razı olmayan Hz. Hasan, Muaviye'yi birtakım ilkeler üzerinden anlaşmaya ikna etti.
- Bu antlaşmanın en önemli maddesine göre, Hz. Hasan meşru hakkını şimdilik devredecek, Muaviye ise öldükten sonra yerine kimseyi veliaht bırakmayarak yönetimi asıl emanetçisine iade edecekti. Allah'ın ismi üzerine antlaşmaya uyma sözü veren Muaviye bu esnada altmış iki, Hz. Hasan ise otuz altı yaşındaydı. Haliyle, çoğu insan tez zamanda İmam Hasan'ın hilafete yeniden döneceği umudundaydı. Medine'de ikamet etmekte olan Hz. Hasan, anlaşma akabinde defaatle zehirlenmeye çalışıldı ve 669 yılındaki nihai teşebbüs, İmam Hasan'ın şehadetiyle noktalandı.
- Hicretin dokuzuncu yılıydı. Şehre bazı rahiplerin geldiği ve Allah'ın Elçisiyle tartıştıkları o günü yaşıyorlardı. Resülullah'ı yalanlamakta ısrar eden Necranlı Papazlarla ne yapılacağı hususunda az evvel hüküm inmişti:
"Sana gelen bunca ilimden sonra,
Yine de seninle bu hususta çekişip tartışmalara girerlerse de ki;
Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı kendimizi ve kendinizi çağıralım. Sonra karşılıklı yalvaralım da Allah'ın laneti yalan söylemekte olanların üzerine kılalım!" - Resülullah vahyin öngördüğü şekilde karşılıklı lanetleşilmesi için maiyetini rahiplerin yanına getirmişti. Bu esnada Hüseyin beş, abisi Hasan ise altı yaşındaydı. Her ikisi de anneleri Fâtımatü'z-Zehra'nın ellerinden tutuyorlardı. Üstelik Resül'ün Ciğerparesi o günlerde çocuk bekliyordu, iki canlıydı. Onlar, ayetin bahsettiği oğullar ve kadınlardı şüphesiz.
Peki, İmam Ali neden getirilmişti oraya? Yoksa ayetin "Enfüsenâ" dediği bizzat Nebi'nin kendisi değil miydi?
Evet! Ali, Habibullah'ın Kardeşi, Vasisi veya İlmin Varisi değildi sadece. Aynı zamanda nefsiydi de... Bu yüzden onun eti Resül'ün eti, onun kanı Resül'ün kanıydı. Kendisindendi Ali. Bundan sebep, Nebi, "Ali ile elmanın iki yarısı gibiyiz..." buyurmuştu. Resülullah'ın Enfüsi Hakikati onunla birlikteydi ya, Allah, Kâbe'de doğan yegâne insana doğmuş olduğu Evdeki son putu kırdırmıştı.
Kitapta, "Ey Ev Halkı! Allah sizi arındırıp tertemiz yapmak ister." denilen altın nesiller, işte böylesi pınarlardan kaynamaktaydı. Ehl-i Beyt Kevseri bu yüzden Betül ile Enfüs'ten gelmekteydi. Ne Ali'nin Resül'e amcazade olması, ne de Fâtıma'nın Resül'den doğması gibi kan yakınlıkları yetmezdi, Ev Halkından olmaya. Allah'ın Son Elçisinin düzinelerce amcazadesi ve dört de kızı varken, Ehl-i Beyt'in tek bir kanaldan akması sebepsiz miydi? - Resülullah dünyasını değiştirmezden evvel, "Her kim Âdem'in ilmini, Nuh'un azmini, İbrahim'in hilmini, Musa'nın celalini, Yusuf'un cemalini ve İsa'nın takvasını görmek diler ise Ali'ye baksın!" demişti.
- Sahabeler birinin münafık olup olmadığına o kişinin İmam Ali'ye olan muhabbetiyle karar verirlerdi. Zira Resülullah'tan onu kâfirlerin ve münafıkların sevmeyeceğini duymuşlardı.
İmam Ali'yi Kuran'a benzeten Allah'ın Elçisi, "Her kim Kitabın üçte birini okumak dilerse İhlâs Suresi'ni okusun." Buyurup eklemişti: "Ey Ali! Seni kalben seven, imanının üçte birini kazanır. Kalben ve diliyle seven, üçte ikisini kazanır. Kalben, diliyle ve eliyle seven, imanının tamamını kazanmış olur. Beni hak peygamber olarak gönderen Allah'a kasem olsun ki, yer ehli de seni gök ehli kadar sevseydi, Allah ahiret günü bu insanlardan hiçbirine azap etmezdi."
Hüseyin ve ailesinin andığı İmam Ali, âlemdeki her şeyin Kuran'da yazdığını söyleyendi. "Kitaptaki tüm sırlar Fâtiha'da, Fâtiha'dakiler Besmele'de, Besmele'dekiler Be'de, Be'deki sırlarsa onun noktasında toplanmıştır. İşitip belleyin! İşte ben, Be'nin altındaki o noktayım." demişti. Bir harf öğretene kırk yıl köle olacağını vaat etmesi de bu yüzdendi. - Onunla mimlenen biricik ilim noktasını çoğaltanlarsa Ali'siz cahillerdi. Resülullah, "Ene Medinetü'l- İlmi, Ali'yyun-Bâb'u-ha..." diyerek kendisinin ilmin şehri olduğunu belirtmiş, İmam Ali'yi ise bu şehrin kapısı ilan etmişti. Üstelik Kuran, "Evlere kapılarından girin!" diyerek İlahi İlme talip olanlara yolu da gösteriyordu. Gönül Evlerine ?kendi Kâbelerine- girmek isteyen müminler önünde sonunda o kapıdan geçmek zorundaydılar.
Ali tam da bu yüzden Velayetin Şahı idi. İmamet bu yüzden Nebilerin Varisiydi. Fetih Günü en yüce putu kıran Feta'nın Ali olması bundan sebepti. Mübahele Günü Resül adına Enfüs olmak bunu gerektiriyordu.
Habibullah bir gün ona (İmam Ali'ye) insanların en şakisini sormuştu. İmam Ali, "Allah ve Elçisi bilir!" demekle yetindiğinde, Resülullah onun alnını tutmuştu ve "Şuraya vurup" sonra sakalını işaret ederek, "Şurayı kana bulayandır!" diye eklemişti. İmam o gün öğrenmişti mukadderatı. İnsanların en nasipsizi tarafından şehit edilecekti. İbn-i Mülcem adındaki o bahtsız kişi Hicret'in kırkıncı yılında Küfe'de sabah namazı için mescide gelen İmam'a zehirli kılıcıyla saldırmış, tam da Resül'ün ifade ettiği gibi başını yarıp sakallarını kanlar içinde bırakmıştı. Üç günlük sekerat sonrasında, İmam Ali Sevgililer Sevgilisine kavuşmuştu. Tıpkı Resülullah'ın vaktince ? altmış üç yıl- yaşamış, böylesi bir Ramazan gününde oğullarının kucağında ruhunu Sahibine teslim ederken O'na dünya diliyle son bir kez bu sözlerle şükretmişti:
"Kâbe'nin Rabbine hamd olsun!" - Seni menziline götüren bineğin sorgulayan bir akılsa, farkı gördükçe ilkelerin adını da koyarsın. Meşruiyetin nerede başlayıp nerede bittiğini, bunun hakkını ve hukukunu seçersin.
- Başkalarından korkarsan Allah'tan korkmayı unutursun.
- Emir, edepten üstündü. Edepse ilimden..