- ''Bir zaman da, zafer gururu ile geçer! Böylelikle, bir millet toprağı işlemeye başladığı ilk zamandan itibaren ona eşit olarak sahip olmaz. Fakat başlangıcı da biraz adaletle olsa bile bunu gittikçe bozar. Ve daha sonra paylar arasındaki eşitsizlik fazlasıyla artar. Muhakkak bir prensiptir ki, topraktan başka geliri olmayan yerde, büyük mülkler yavaş yavaş küçükleri yutarlar. Tıpkı sanayi ile ticaretin gelir olduğu yerde, fakirlerin çalışması zenginlerin topraklarından bir kısım payı, kendisine çekmesi gibi.''
- ''Avrupa devletlerinde aristokrasinin temeli toprak mülkiyetidir, monarşinin temeli genel kuvvettir, demokrasinin temeli ise servettir. Bu üç siyasal âmilin ihtilâli, hükûmetlerin ihtilâli oldu. Feodalite rejiminin en enerjili devrinde, mülkiyet adına, topraktan başka bir şey yoktu. Aristokrasinin her şey üzerinde egemenliği vardı. Millet esir oldu, krallar hiçbir yetkiye malik olamadılar. Sanayinin doğuşu, işin ürünü olan mülkiyet endüstrisini getirdi. Tıpkı toprak mülkiyeti fetih veya işgalin verimi olduğu gibi. Bu çağda demokrasi prensibi boğulmuş bir halde idi, bu çağdan sonradır ki, kuvvetlerini almaya ve gelişmeye başladı. Sanatlar, endüstri, ticaret yavaş yavaş halkın çalışan sınıfını zenginleştirdikçe, büyük toprak sahiplerini züğürtleştiriyordu. Bu suretle sınıflar; servet, eğitim, bilim bakımlarından birbirine yanaşıyorlardı. Birbirlerine eş oluyorlardı. Yine bu suretle uzun bir unutmadan sonra ilk eşitlik fikirleri hatırlanmaya başladı.''
- ''Jaurés'in anladığına göre ihtilâlin Fransız ihtilâli gerçeğe uygun anlamı şudur: İhtilâl ne tesadüfi, ne de yöresel (mahalli) bir olaydır. Asırların dibinden kopup gelen geniş sosyal gelişimin neticesi doğan hareketlerle hazırlanmıştır. İşte bu haldir ki, mülkiyete direktif vermek kuvvetini yaratmıştır. Ve sonuç olarak siyasal kurumları mülkiyetin değişen şekillerine bağlattı. Demek oluyor ki, ihtilâl tarihi bir zorunluluktur. Çünkü ekonomik olaylar aynı kalmaz, boyuna değişirler.''
- ''Meselâ Atatürk ihtilâlinden önce, bizde köy ve kasabaların küçük çiftçileri arazilerinin bile sahibi değildiler. Kendileri, karıları, çocukları bile şahıslarında tasarruf edemezlerdi. Vakıa bir anayasa (kanun-ı esasi vardı. Ve bu kanun gereğince herkes hür ve mülkiyet kutsaldı. ''Şu halde nasıl olur da köylü arazisine malik değildi. ''Şahsında tasarruf edemezdi? Diyorsun!'' Demeyiniz. İddiamı ispat edeyim. Evet anayasa biraz önceki kayıtları içine alıyordu. Fazla olarak köylünün elinde arazisinin bir de tapusu vardı. Bununla beraber ne arazisine, ne kendine malikti! Bakınız nasıl? Köylü ve kasabalı küçük çiftçi, toprağını sürebilmek için küçük bir paraya muhtaçtır. Ziraat bankasından ödünç almağa ne şahsı, ne de serveti elverişlidir.Şu halde ne yapacak? Çoluk çocuğuyla aç duramaz a! Yapacağı şudur:Tefeciye başvuracak, ona yalvarıp yakaracak, ağlayacak, sızlayarak % 100, bazen % 160 faizle dilenecek! Böylece, tarlasını ekebilecektir. Fakat zavallı çiftçi veya köylü ne kazanacak? Faizleri bile ödeyemeyecek ve borçlu kalacak? Çünkü ekonomi ilmi, % 100 faiz ödedikten sonra kazanma imkânını henüz keşfetmiş değildir. Köylü veya çiftçi borcunu ödeyemedikçe borcu artar. Çünkü faiz faiz üstüne biner. Şu halde ne için ve neye çalışıyor? diyeceksiniz. Bunun da karşılığı kısadır: Kendisinin ve çoluk çocuğunun boğazları tokluğuna!
- ''Hakikat şudur: Köylü veya çiftçi boyuna borçlanmak için, tefecinin patlayasıca midesi ve kesesi hesabına çalışmaktadır. Tıpkı 1789 Fransa büyük ihtilâlinden önce şef'lerin vilenlerin senyörleri hesabına çalıştıkları gibi.. Tıpkı ilk çağlarda firavunların ehramlarını kamçı darbeleri altında yükselten esirler gibi.. Şu hale göre, elinde arazisinin tapu senedi bulunmasına rağmen, köylü ve çiftçi, çoluk çocuğu, evi barkı, hayvanları kendisinin değildir tefecinindir. Bunlar tefeci hesabına işleyen mahlûkat ve varlıklardır. İhtilâl ekonomik alandan sonra ikinci derecede önemli olan sosyal alana ilişmezse yine kavrayış bakımından eksiktir. Yine Atatürk İhtilâli'ni ele alıyorum. Eğitimde, aile hayatında vesaire de bugünkü yeniliği yapmasaydı, modern bir Türkiye'den söz edilebilir miydi? Bugün bir ilerlemeden söz açılabilir miydi? Ben çocukluğumda bazı olaylara şahit olmuştum. Bizim Selçuk köyünde kinin bulamamak yüzünden sıtmadan hendek aralarında can çekişen ve orada son nefesini veren vatandaşları bilirim! Yine bazı köyler bilirim ki, ahalisi kâmilen göç etmiştir. Bomboş evleri baykuşlara yuva olmuştur. Fakat zannetmeyiniz ki, bu ahali başka bir köye veya şehre gitmiştir. Hayır! Köyün yanı başında bir yere çekilmiştir. Bu yer köyün korkunç mezarlığıdır!''
- ''Bir gün II. Mahmud tebdil geziyor, milletin kendisini ne derece sevdiğini anlamak için halkla temas ediyormuş. Bir limonotacıya yanaşmış, bir limonata içmiş, içerken sormuş: ''Üçüncü Selim'den mi memmnunsunuz, yoksa İkinci Mahmut'tan mı?'' Limonatacı cevap vermiş: ''İkisinin de Allah belâsını versin!'' Mahmut, ''Neden?'' demiş. Limonatacı yine cevap vermiş: ''Üçüncü Selim devrinde de limonatamı beş paraya satardım, İkinci Mahmut zamanında da öyle!'' Bu espri dolu vaka da gösterir ki, halk en ziyade yenilik getiren maddî ekonomik ihtilâllerle alâkadardır. İhtilâl, ekonomik sahada halkın lehine bir değişiklik vücude getirmedikçe halk da memnun olmuyor. Şüphe yok ki, bunda çok hakkı var.''
- ''Sosyal bakımından da ihtilâl önemlidir: Meselâ, çocukları iyi yetiştirmek, bunların sağlıklarını koruyacak tedbirleri almak, kurumları kurmak, onları okutmak gibi. Atatürk İhtilâli'nden önce memleketimizde bir çocuk meselesi yoktu, bunu düşünen olmazdı; bugün vardır. Ve her gün önemini arttırmaktadır. Çocuk deyip geçmeyiniz, ekonomik, sosyal meselelerin en mühimlerindendir. Bugün gözümüzün ilişmediği nice yavrucaklar, fakirliğin, zaruretin, sefaletin pençesinde yok olup gidiyorlar.. Bunlara bakılabilse içlerinden nice Atatürkler yetişebilirdi.. Size bir misâl: Türk ve dünya tarihinde meşhur olan Viyana'nın ikinci kuşatıcısı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Merzifon'un Marınca köyünden indi. Bu köy Merzifon'a yirmi dakika, hatta az bir mesafedir. Şimdi gözlerimde şöyle bir hayal beliriyor: Mustafa bundan 300 sene önce Marınca küyünün topraklarında bir çocuk entarisiyle yalın ayak, baş açık beleniyordu. Köprülü Mehmet Paşanın himayesini buldu. Okudu, Köprülü'nün kızını aldı. Sadrazam oldu. Günün birinde Türk ordularının başında Viyana önünde göründü. Viyana'nın kapıları çalınmaya başlandı: ''Kim o?'' Denildiği zaman, şu ses yükseldi: ''Açın kapıları, Marınca köyünden Türk Mustafa geldi!'' Kim bilir, dün nice Marıncalı Mustafalar bakılmaksızlık yüzünden kaybolup gitti. Bugün daha az olmakla beraber niceleri kaybolup gitmektedir? Sosyal tedbirleri ve kurumları ne kadar çoğaltırsak Atatürk İhtilâli anlamını o kadar fazla ifade edecek Mustafacıklar o kadar çoğalacak ve artacaktır. Türkiye'miz bunların omuzlarında yükselecektir.''
- ''Türk İhtilâli, Atatürk'ün kafasının büyük düşüncelerinin fotografisinden başka bir şey değildir.'' (S: 73) demiştim. Bu görüş yanlış anlaşılmamalıdır. Şüphe yok ki, Atatürk büyük ihtilâli tek başına başarmadı. Türk aydınlar ile ve milletle beraber başardı. Ancak, Atatürk, ihtilâlin hem Genelkurmay Başkanı, hem de Başkumandanı idi. Onun Türk milletinin ihtiyaçlarından, tarihinden ilham alarak hazırladığı plânlar ihtilâlin zaferini sağladı. Tıpkı orduların kazandığı zaferlerin başkumandanlara ve millete mal edilmeleri gibi. ''Türk İhtilâli, Atatürk'ün kafasının, büyük düşüncelerinin fotografisinden başka bir şey değildir''den maksat budur.''
- ''İmparator Kostantin'in başı bir Türk sipahinin kılıç vuruşuyla yere düşürülmüştü. Ve Yahya Kemal'e: ''Düşsün çelengi Rumun, eğilsin seri frenk Vur Türkü gönderen yedi takdir aşkına" destanını söyletecek büyük hadise olmuştu. Türk ordusu, vuruşa vuruşa Divanyolu'na ve oradan Ayasofya'ya doğru ilerliyordu. Biraz sonra çan yerine ezan sesleri yükselmeye başladı. Bizans düşmüştü. Böylelikle: Cetlerimizin bembeyaz şimşekler gibi parlayan yalın kılıçları, orta çağların karanlıklarını boğdular ve insanlığa, yeni çağ denilen asırları armağan ettiler. Fatih ölebilir mi? Fatih'in etrafındaki Türk şehitleriyle, gazileri, ölebilirler mi? Nitekim ölmediler de! Yalnız kendi tarihlerinde, Türk tarihinde değil, dünyanın en büyük olayı olarak yabancı tarihlerde de dünkü büyüklük ve haybetleriyle yaşamaktadırlar. Bana: Padişah destanlarından zevk alıyorsun.. Sen nasıl Cumhuriyetcisin, demeyiniz. Ben Cumhuriyetçiyim ve Cumhuriyetçi olarak öleceğim. Bu mutlak ve muhakkaktır. Ancak benim Cumhuriyetçiliğim, millî tarihimin, millî destanlarımın şereflerini, fetihlerini inkâr etmek anlamına gelmez. Asla!... Hatta tarihime ait kabahatleri de benimserim. Tarih bir küldür, bu mirası toptan benimserim. Fatihler, Selimler Türkün birer övünme, şeref destanlarıdır. İnsan olarak insanlığın bile.''
- ''Türk milletini oldu bittileri kabul eder, bunlara baş eğer sananlar; Türk tarihini dikkatle okumalı, ibret örnekleri almalıdır. Osmanlı Türkleri tarihinde (Edirne vakası) adıyle anılan ve korkunç bir facia ile biten bir olay vardır. Hezarpare Ahmet Paşa vak'ası yanına bunu da kaydetmeliyiz. Bakınız nasıl oldu: II. Mustafa, hocası Feyzullah Efendiyi çok sayardı, onu şeyhülislâm yaptı. Hoca devletin her işine karışmağa başladı. Otoritesini kuvvetlendirmek için olacak, hem bütün akrabalarını büyük memuriyetlere tayin ettirir oldu. Bunlar görevi kötüye kullanmanın çeşitlisini yapar oldular. Sadrazam bile şımarık hocanın baskısı altında kaldılar. Padişah göz yumuyordu. Bunlar da seslerini çıkaramıyorlardı. Günün birinde millet ayaklandı. II. Mustafa tahttan indirildi. Ve hoca yakalanarak işkence içinde öldürüldü: Önce burnu, sonra kulakları ve en sonra dudakları kesildi ve koparıldı, eşeğe ters bindirildi, gem yerine kuyruğu eline verildi, sokak sokak gezdirildikten sonra elleri, bacakları kırılarak kafası kesildi. Hoca bu hal ile Edirne caddelerinde sürükleniyordu. Nihayet papazlar getirildi, Hristiyan âyini üzerine ellerinde mumlar olduğu halde hocayı götürmeye başladılar. Bu da kâfi gelmedi. Bir ses yükseldi: ''Bu haizin cesedini vatan toprakları kabul etmez, Meriç'e atınız!'' dedi. Ceset Meriç'e atıldı ve Meriç'in suları onu Akdeniz'e balıklara yem olmak üzere sürükledi ve götürdü. Dikkat ediniz, Türk milleti o kadar oldu bittilere gelmiyor ki, saati çalınca dini temsilcisi şeyhülislâmı bile yakasından tutarak ondan en korkunç bir tarzda hesap soruyor. Sonra dinin en büyük temsilcisi halifeyi makamından indiriyor ve hapis ediyor! İbret!...''