- Fakat size diyorum ki;bir kadına şehvetle bakan her erkek zaten yüreğinde onunla zina etmiş demektir.
- Onun yüzüne, ölü yüzüne baktığımda, ne yaptığımın farkına vardım; ben... ben onu öldürmüştüm; kısa süre önce yaşayan, kımıldayan, sıcacık bir varlığı...
- Şerli hayatlar için, hayır yönünde atılan her adım sevgiden çok eziyet getirir.
- O akşam hasta kadın öldü. Cesedi tabut içerisinde büyük konağın salonuna yerleştirdiler. Kapıları kapatılan bu koskoca salonda papaz oturmuş, genzinden çıkardığı korkunç sesiyle ilahiler okuyordu.
Gümüşten yapılmış, yüksek kollu şamdanlardaki mumların parlak ışıkları ölünün beyaz alnına, soluk ellerine ve dizleriyle ayaklarını korkunç kabarıklıklar olarak ortaya çıkaran örtünün katı kıvrımlarının üzerine düşüyordu.
Papaz ses tonunu değiştirmeksizin durmadan okuyor ve sözleri ölüm odasının sessizliğinde çınladıktan sonra yitip gidiyordu. Arada sırada uzak odalardan çocukların oyun oynarken çıkardıkları gürültüler geliyordu.
"Sen yüzünü gizlersin, onları bir keder alır; sen nefeslerini alırsın, onlar ölür ve toprağa dönerler.
"Sen ruhunu gönderirsin, onlar var olur; ve sen yeryüzünün gerçeğini yeniden yaratırsın."
"Tanrı'nın zaferi sonsuza kadar sürecektir." Ölünün yüzündeki ifade sert ve görkemliydi. Ama ne kusursuz, soğuk alnında ne de sıkı sıkıya kapanmış dudaklarında bir kıpırtı vardı. Tam esas duruştaydı! Ama acaba o an, söylenen o görkemli sözleri anlıyor muydu? - Kral sordu:
"Söyle bana büyükbaba, başka yerden satın aldığınız olur muydu, yoksa sırf kendiniz mi
yetiştirirdiniz?"
Yaşlı adam gülümsedi. "Benim zamanımda," dedi yaşlı adam, "ekmek satın almak ya da satmak gibi bir günah kimsenin aklından bile geçmezdi. Para diye bir şey de bilmezdik. Herkesin buğdayı kendisine yeterdi."
"O halde söyle bana," dedi Kral, "tarlan neredeydi ve bu büyüklükteki buğdayları nerede
yetiştiriyordun?"
Büyükbaba cevap verdi:
"Tarlam Tanrı'nın bütün topraklarıydı. Nereyi sürersem orası benim tarlamdı. Toprak bedavaydı. Hiç kimsenin sahiplenmediği bir şeydi. İnsanlar bir tek kendi emeklerini sahiplenirlerdi."
"İki soruma daha cevap ver" dedi Kral. "İlki, toprak niçin o zamanlar böyle buğday veriyordu da artık vermiyor? İkincisi, nasıl oluyor da torunun iki koltuk değneğiyle, oğlun bir koltuk değneğiyle yürürken sen kendin hiç değneksiz yürüyebiliyorsun? Gözlerin parlak, dişlerin sağlam; söylediklerin anlasılıyor ve kulağa hoş geliyor. Nasıl oluyor bu böyle? Ve yaşlı adam cevap verdi:
"Böyle oluyor, çünkü insanlar kendi çalıştıklarıyla yaşamayı bıraktılar ve başkalarının emeğine muhtaç duruma geldiler. Eskiden insanlar Tanrı'nın kanunlarına göre yaşıyorlardı. Kendilerinin olanla yetiniyor, başkalarının ürettiklerine göz dikmiyorlardı." - Bunları yazıyorum, çünkü Hristiyan dünyasının insanlarını korkunç maddi sıkıntılardan ve daha da önemlisi her geçen gün gömüldükleri manevi yozlaşmadan kurtaracak tek şeyi biliyorken ve hem de kabir kapısının eşiğine gelmişken susamam.
- Bütün insanlığa bakıyor ve görüyordum ki, inanlar yaşıyorlardı ve hayatın anlamını bildiklerini iddia ediyorlardı. Kendime bakıyordum: Ben, hayatın anlamını anladığım sürece yaşıyordum. Öbür insanlara olduğu gibi, bana da hayatın anlamını ve yaşama imkanını inanç vermişti.
- Dinin esası insanın Allah'a bağımlılığının şuuruna varmasıdır.
- İman, insanın dünyadaki konumunun onu belli hareketleri yapmaya mükellef kıldığına ilişkin farkındalığıdır.
- Din kelimesiyle kendi dışımızda gözlemlenen bir olguyu kastederiz, iman dediğimiz şey ise bu olgunun içimizde tecrübe edilmesidir.